Remember, Two different football player's resists on 1978

1974 Almanya’daki dünya kupası finallerindeki performansıyla ayakta alkışlanan "Otomatik Portakal" ve "Total Futbol" olarak adlandırılan, yepyeni bir kollektif futbol anlayışını gündeme getiren Hollanda milli takımının kaptanı ve lideri. 1974'teki göze hoş gelen futbolları ile finale kadar yükselen takım, son maçını Almanya’ya karşı kaybetti. Ancak buna rağmen yarattıkları etki futbolda devrim niteliğindeydi. Bir sonraki dünya kupası finallerine de katılma hakkını alan Hollanda futbol takımının usta lideri 1978’de Arjantin’de gerçekleştirilecek kupaya, bu ülkedeki askeri rejimin insan haklarına karşı yaptığı ihlalleri protesto edip kupaya katılmayı reddetti ve milli takım kariyerine 1977 yılından sonra son verdi.

48 kez Batı Almanya formasını giyen,"Afro" lakabıyla bilinen, 1974 ve 1982 dünya kupalarında oynamış futbolcu.1983 yılında ve 32 yaşındayken futbolu bırakmıştır. Savunma oyuncusu olmasına rağmen iki dünya kupası finalinde gol atmayı başaran ender futbolcudan biridir.Arjantin 1978 dünya kupasında ülkedeki cunta yönetimini protesto ederek ve bu kupada futbol oynamayı reddetmiştir. "Binlerce insanın katledildiği stadyumlarda top oynamam.",P.B.


Revenge of Zidane: Sergi Hakkında

Eğer Siz, serginin duyurularındaki o görkemli vurguyla, galeyanınıza galeyan katarak, içten içe sezinlediginiz o Hollywood'vari intikam için, naralar atmaya hazırlanıyorsanız, bu sergi size göre değil.Tamam itiraf ediyorum. Serginin ismindeki - "Revenge" - "İntikam" vurgusu sizleri şaşırtmak için hazırladığım bir oyun.
Zidane ve intikam kelimeleri birleşince akla ilk gelen politikadan sosyal sınıflara, medyatik savaşlara varan bir gladyatör klişesinin üzerine giden alışıldık bir tartışma .Tıpkı gazete köşelerindeki şatafatlı spor başlıklarında oldugu gibi damarlara yüksek adrenalin ve kan pompalayan bir klişe.


Klişeleri seviyorum elbette, sizler gibi. Bu klişeler olmasa buluşamazdık ve Djemal Zidane isimli futbol emektarına odaklanan serginin gündeminize oturmasını pek de bekleyemezdim. Ancak, davetiyede sunulan imge ve sözlerdeki vurguyu aşmaya cesaret edip, önyargısızca sergiyi görmeye gelirseniz, sizleri tüm yukarıda sözü edilen tartışmaların uzağında bir yere götürmeye çalışacağım. Populer kültürden, Endüstriyel futboldan ve global kodlardan uzak bir hikayeye.

Fransa'nın Afilli delikanlısı, sert mizaçlı haşarı kenar mahalle çocuğu Zinedine ile aynı soyadını taşısa da,
ismi pekde populer olmamış bir cezayir'li milli futbolcu Djamel. 80'lerde gözlerimizden uzak spekulatif olmadan işini severek yapan bir başka Zidane.

Bu hikaye, Zinedine'in Cannes film festivalinde ve önemli müzelerde binlerce kişiye gösterilen görkemli Postproduksiyon yapıttan farkli bir yerde duran (Douglas Gordon ve Philippe Parreno' nun Zidane'nı merkeze alan 90 dakikalık yüksek bütçeli sanat yapıtı), hatta aksine nostaljik kodlardan beslenen, düşük bütçeli ve samimi bir yapım, Djemal'ın hikayesi. Atari Salonlarında Masa Futbolu, ev, oda ortamında "çivili futbol", mahalle arasında futbolcu çıkartmaları değiş-tokuşu, kartpostal biriktirme, eskilerden, asetatlı sayfalarıyla kendinden yapışkanlı kocaman fotoğraf albümleri, v.b.ler mazinizde hoş ve sıcak anılarınıza karşılık geliyorsa, tüm o ruh halinizi kesintiye uğratmadan, sergiyi görmeye gidin ve eski bir futbolcunun hikayesine uzanın.

Borga Kantürk


Revenge of Zidane: Djamel Zidane





















Borga Kantürk
Djamel Zidane Serisi No: 10
kağıt üzerine suluboya, 15 x 10 cm, 2006


"Djamel Zidane (born April 28, 1955) is a former football player from Algeria, who played in two World Cups. He appeared for the Algeria national team at the 1982 World Cup and at the 1986 World Cup, in which he scored one goal, a free-kick against Northern Ireland. He is not known to be a relative of french footballer Zinedine Zidane." (x)

(x) http://en.wikipedia.org/wiki/Djamel_Zidane

Revenge of Zidane: Sergileme Görüntüleri

MASA'da açılış: 16 Ekim 2006, Pazartesi

Ajda, poster work, Clermont-Ferrand,2006
















Borga Kantürk, 2006

Et Ces't Pour Toi, 2006, Clermont-Ferrand



Ajda (Pekkan) has been a pop music idol in Turkey since the late sixties, and she has even been called as the “Turkish diva” in the international area. Although she is still producing new albums she also provides a nostalgic image. Borga’s connection with Ajda is on this nostalgic point. “Et c’est pour toi” is from the first solo album of Ajda released in 1968. This first album of hers was actually released in a time when the popular music in Turkey was trying to approach the western sound through rearrangements and covers of original western popular songs. Which can be also read as a sign of Turkey’s efforts in order to become more European in the sense of western civilization.

In this way Ajda with her songs provides us the space that we don’t/can’t actually belong. On the other hand she does this with a Turkish feeling as the way she sings the songs.

This project, which is realized in Clermont-Ferrand, aims to distribute the image of Ajda as a nostalgic icon. Her voice and lyrics in French, which is very familiar with the Turkish audience, is now on the streets of its native language country. Borga will realize this project through the stickers of Ajda and the lyrics of the song written on the public areas of the city. At the end of this -a both sided alienation-the guest with language that he doesn’t know and the singer, which the city doesn’t know, meets with each other in this work.

gelecek program: Zidan'ın İntikami



Revenge of Zidane (Zidan'ın İntikamı)
16 Ekim 2006 - 16 Kasım 2006
MASA, İstanbul

ayrıntılı bilgi için bkz:
www.masaprojesi.com

gelecek program: Zidan'ın İntikami

9 Temmuz, 2006 gecesi.

Bir futbolcu, hatta bir futbolcudan çok bir mit, kendisine yapılan tahrik edici, alaycı saldırılar karşısında dayanamayarak sert ve ani bir tepki gösterdi, hem de milyonlarca izleyicinin önünde. Bu tepkinin kökleri medyada onun ötekiliğine isaret edilerek tartışıldı ve yasam öyküsü asil bir gruba adapte olmuş cirkin ördek yavrusu masalıyla yeniden inşa edildi.

Oysa her zamanki gibi bir intikam hikayesi ile karşı karşıyayız.
Bir ana ait bir fotoğraf ve dünyanın bütün yayın organlarında…

Coğrafyaların ve ulusal kimliklerin bu denli belirleyici olduğu günümüzde, izleyici kitleye ilişkin her sosyal faaliyet (buna sanat ve spor da dahil) büyük ölçüde göz önünde olanı, prim yapanı tercih edecektir.

Zidane'nın en görkemli gecesinde hem de golünü de atmışken, rakibine hışımla attığı o kafayı, bir kötü öteki çocuğun kökenindeki damarı, kanı hatırlaması olarak değerlendirmeye zorlanan bizler…

Peki Onu, bu tavrını kötülercesine Cezayirli kimliğine vuran zihniyetten uzak sadece kendi varlığıyla kabul edebilir miyiz?

Ya da şatafatın, şiirin sanatın ve şarabın kökleri, Avrupa ülkesi Fransa'da değil… Tam da Cezayir'de hem de milli futbol takımında bir Zidane olduğunu hayal edelim… Gözlerden uzak, sessiz ve reklama dayanmadan, direnen bir Zidane!

Varlığından ne kadar haberdar olduğumuz bir soru işareti.
Onun hikayesine bir anlık tanıklık edebilir miyiz?

Borga Kantürk, Eylül 2006

Et C'est Pour Toi





















Si le temps perdu ne se rattrappe jamais
Si je reste seul avec mes regrets
Si le temps perdu est bien perdo désormais
Je sais bien que je t'attendrai...


Et C'est Pour Toi
Söz : Serge Lama / Müzik : Emil Stern
Seslendiren: Ajda Pekkan
Yayınlayan (c) 1967 Regal

futbol hakkında:



















" the man who is expected to save the world" 2006
orjinalden çoğaltım, 12 sayfa, siyah beyaz, 21 x 15 cm.

28 days later... in Helsinki

Uzaklarda, kuzeyden,
gecen yildan kalma bir metin.
Bahsi gecen defter hakkinda:

"...Bulanik bir bakis bu. Yeni dogmus birinin hayata firlattigi kadar anlamsiz. Fakat ozdesleyim kurarak algilamaya calistigi bir vizyonu cagristiran bir bakis. Iste en uc noktasi boyle bir sey olabilir. Buradaki bulaniklik her gune parazitlenmis rutinlesmis sureciyle, yeni bir yuzle ile tanisma, hayata anlik da olsa dahil olma eyleminin tezati bir yerden bakmaya iliskin. Oturdugun yerden ve tamda dahil hissetmeden.

Gunluk rutin eylemler, gazete almak gibi... her sabah kendi bolgene, sehrine iliskin olaylarin, kimi zaman 2 ser 3 er gun suren olaylar dizisinin yer aldigi satirlari, uzaginda korunakli hissettigin evinde OKUYARAK, takip edersin. Iste bununla ilgili bu proje.

Tipki bu eylemi benimle ayni kente yasayan her fin'li bireyin yaptigi gibi.
Bu rolu bu rutini gecici olarak ustlenmek nasil surec nasil bir aidiyetlik hissine karsilik gelir?
Bu soru beni 1 temmuz 2005 tarihinden beri her gun marketten gunluk bir yerel gasteyi almaya ve onun sayfalarina anlamsiz gozlerle sadece (hani su Mallanderin Jonathan Monkun gozleriyle baktigi 20-30 saniye gibi) sayfalardaki Yuzlere-portrelere bakiyorum. OKUMAKSIZIN, (okuyamamak) anlamlarini bilmeden, oykulerinin oldugunun bilinciyle. Defterin o gune karsilik gelen sayfasina, karbon kagidiyla aktarilmis desenler. Burada altini cizmem gereken ikinci bir alt konu karbon kagidi vurgusu, burada Beuysun herkez sanat yapabilir mitinin altini eselemenin otesinde karbon kaginin altinda deftere birakilmis izinde aslinda hicbir zaman secilen gazete kagidi ve karbon kagidi yuzeyden kaldirilmadan, yani surec,cizim tamamlanmadan gorulememesi. Aslinda soz konusu olanlar tamamen Bulanik ve yabanci bir bakisin eseri portreler...

28 gunluk bir surec, tamda soyle bir seye iliskin... Bazen biz anlasakda anlamasakda, farkina bile varmadan HAYAT AKIP GIDIYOR! Ne kadar anlamaya calissakta...(oyku devam ediyor)
Bu aslinda benim izmirde tamamlamis oldugum bir defterin 2.versiyonu. Daha oncede, gundelik bir gazetelerden resimler secme eylemine girismistim. fakat ozamanlar tam tersi bi yapi sozkonusuydu.O, Tamamen lokal, okuyarak anlayabildigin dilde basilan bir gazeteyi, her sabah okuldaki odanda masanda o an seninle benzer isi yapmakta olan diger kentdaslarin gibi incelemek eylemiydi. Size daha onceki satirlarda bahsettigim SIKISMIS, dar ve seni cevreleyen kamusal alistigin ve rutinlestigin yapidan, siyirmak adina, kucucuk de olsa disariya ait o bekledigin ozlemini cektigin romantik manzaranin hareketin, kimi yerde sessizligin ve bazen heyecanin izini bulmaya gorselini yakalamaya calismak. Iste buydu rutin olarak deneyip rutin gune parazitledigim, olmayacagina belki inandigin manzaraya ortakligin karbon kagidi gibi bir rutin ve brokratik nesne ile gunden gune kucuk bir elyapimi deftere tasinmasi. Okunabilecek kadar anlasilir fakat yasanamayacak kadar uzak ve belkide anlasilmaz, ozdeslenmis manzaralar...

Simdilerde ise 28 temmuz 2005 e ulastigimizda sona erecek projede ise, tamamen burasiyla helsinkide yani basimda, gectigim koprude, markette, stadyumda gorebilecegim insanlara ait okuyamayipda, ortak olamadigim oykulerden yuzler asiriyorum, defterim icin. iste basindan beri bahsettigim celiskili durum buna iliskin
Belkide kimi zaman hayat sadece devam etmeli biz anlasakda anlayamasakda icinde oldugumuzun bilinciyle...


Borga kanturk
26 temmuz 2005, Helsinki

volta



Boşluk tematiği üzerine geliştirilmiş bir sergi için aldığım bir teklif sonrasında,

elinizde tuttuğunuz sınırlı edisyonda basılmış bu çalışmayı yapmaya karar verdim.

Bu kararı aldığım zamanlarda, ‘Kamusal Alan'ın tarifini yapma çabası hala , hem güncel sanatın hem güncel sosyolojinin tartışılan konusu olmaya devam etmekte. Hatta bu konu üzerinde Tv.de bile iki politika yazarının polemiğine bile tanık olduklarına dair duyumlar alıyordum arkadaşlarımdan.Mehmet Barlas ile Emre Kongarın sanırım.

Kamu kelimesi Kamuçalışanı olarak sınıflandırılmış bir birey olarak 3 seneden beri gündemime çakılmış olan Kpds sınavını vurguluyor. Bu noktada akademisyen ile kamu çalışanı arasındaki kadersi ortaklık

bu kısıtlayıcı endişe noktası uykuları kaçıracak cinsten.

Ortaklığı olmayanların tektipleştirilmiş yabancı bir ortaklığı sanırım bu...

Memurluğun Akademisyen ve Araştırmacı içeriklerinden arındırılmış sekilde yeniden ve dar bir tanıma maruz bırakılmıs Eğitimci figüre yakıştırılması da diyebilirim.

Sanatçıdan çok Akademisyen!

O'ndan da çok Memur! Bu tarifinin altını doldurma görevinin bizlere verilmesi.

Kafamı özellikle şu günlerde şiddetlice kurcalamakta.

Okul, Kamusal bir alana karşılık gelen bir mekan. (9.00 ve 17.00 arasi boşluğun fiziki olarak doldurulmasının beklenmesi açısından memurun alt tariflerinden birisine uymakta.)

Eylem sanatı beni özellikle, Beuys ve Helsinki'de keşfettiğim Jan Olof Mallander'in

referanslarıyla oldukça etkiliyor. Bu süreç özellikle öncesinde 2001 yılında Sarkis’in Ses Ses Ses Bir Okul çalışmasına katıldığımdan beri gelişmekte. (Bu çalışma her tür akademik yapı ile memuriyet arası kurulan ortak paydanın tamamiyle aksi bir yerde 9 kişilik genç sanatçı ve 1 sanatçı (hoca, usta)nın ortaklığını 30 gün boyunca asıl olan meseleyi sanatın tartışılması merkezli yaşatmıştı. )

Helsinki’de yaşadığım 3 ayda ise farkettiğim bir diğer kırılma ise Mallander sayesinde gerçekleşti diyebilirim.

Mallander'e kulak vermenizi isterim:

...“Normal, sağlıklı, mutlu bir hayat yamak, bu deneyimleri yaşamak için insanın tecrübe etmesi gerek; insanın kendine has bir yaşami olmasi, orada anlam yaratmasi icin; sevmek ve paylasmak, gelismeye yer acmak icin, vs.vs bugunlerde endeğerli buldugum bu...

Bazen büyük kahramanım, cazci Jonathan Monk gibi yapıyorum: bir sokak köşesinde kıpırdamadan durur, insanların gelip gitmesini seyrederdi... Görüş alanında bulundukları 20-30 saniye içinde nereden geldiklerini görmeye calışırım; onların (ve benim zihin durumlarımız nedir; ne kadar saglıklılar, ne kadar mutlular - ve yaşamları nereye gidiyor; bu tur seyler. Söylemeliyim ki, sık sık hüzünlü bir bakış oluyor...Çoğu insan kendilerine has bir hayata bile sahip değillermiş gibi görünüyor; o yaşamda nereye gittiklerinden bahsetmiyorum bile.“

2004 kışından su günlere kadar yoğunlaştığım günlük rutin tüketimler ve bu şekilde tek tipleştirilmiş ortama dair farkındalık ve karşı refleks ile ayakta kalınan her günün dökümünün tutulması ve eylemin dönüşmesi üzerine çalışmalar. (Duchamp + On Kawara + Roman Opalka + Fernando Bryce )

bu çalışmaya referans sağlayabilir.

Geçenlerde Okuduğum bir kaç satır tekrar baş kaynakçam Marcel Duchamp'a götürdü beni.

Duchamp'ın Zaman geçirmeye ilişkin bir tarifi var. O'nun tanımlanışının ise Bireyci-Anarşist olması ilgi çekici geliyor. Günümüz için kitlesel olarak alışa geldik ve hafifletilmiş bir anarşi kelimesi ile 20yy. daha başlarında bireyci duruşun desteklenmesi takdire şayan.


'(...) çalışmak isterdim, fakat aslında ben korkunç bir tembelim. Çalışmaktan çok yaşamayı ve nefes almayı severim. Yaptığım işlerin gelecekte hiçbir sosyal önemi olabileceğine inanmıyorum. İşte bu yüzden, sanatım, yaşama sanatı olacaktı. Her saniye, her nefes, hiç bir yere kaydolmayan bir iştir, ne görsel ne de düşünseldir. Sürekli bir öföri halinden ibarettir...'

Pierre Mellville'in Katip Barteblly'sinin Yapmamayı tercih etmesi ile Kamusal Alan'ın sadece nefes alış ve yapmamayı tercih etme eylemiyle doldurulması garip bir direnme odağı olarak karşıma çıkıyor.

Üretim yerine rutini reddeden ve yapmamayı tercih eden bir duruşun içsesimi etkilediğini ve aktivist varlığımın daha çok bu kamusal alanın dışında yaşam bulduğunu söyleyebilirim.

Zaman - Mekan - Boş ve Alan

Okuldaki varlığımın karşılığı bana yasalarca sunulmuş bir surecin tükenişini beklemek üzerine bir Alan tarifi eylemine dönüşüyor genelde.

Mekanı adımlıyorum Aynı alışkın olduğum koridorlarda Sağa Sola defalarca turalıyorum. Nefes Alıyorum. Gidip Geliyorum. Sonuç belirli bir sure zarfında ayni yerin işaret edilmesi. Zihnim yüreğim ve inançlarım başka yerlere kanal ize olup karşılığını hep uzakta bir yerlerde bulup beklerken, bedenim direnişimin bir parçası olarak bu Boş Zamanları fiziki varlığım ile o ayni yerde doldurmaya yöneliyor.ve genelde Başka bir şey yapmamayı tercih ediyorum. Sonuç:İnanmıyorum!

Bilgi ve Duygu akışı nehrin öte yanına çoktan giderken, beden ise bulunduğu kısıtlayıcı alanın tarifini her gün belki 10larca kez tekrarlayarak adım adım yapıyor.

Çalışmanın işleyişi:

Duvara asılı küçük bir kağıt parçası diğer 99 adedi ise isteyen izleyicinin, tarifi önceden yapılmış 4 duvar arası(kamusal alan) haricinde tekrar üretebileceği bir illüzyon.

Biricikliği olmayan ve çoğalıp tek tipleştirilmeye müsait ve istiflenebilir bir materyal dijital fotokopi yöntemleriyle çoğaltılmış bir görsel.

Görsel içerisinde 2 hareketi barındırıyor. Birinci jest sanatçının veya bu görevi sanatçı yerine üstlenecek aktive-izleyicinin şifrelenmiş görseli işaretli yerlerden katlayarak belirli bir zig-zag oluşturup şifreyi kırarak duvara sabitlemesine ilişkin.

ikinci süreç ise çalışma duvardaki yerine yerleştiğinde bu alanı tarif eden adımlayan Borga'nın asla tek açıdan görülmeyecek suretine bakma eylemi. izleyicinin gözü ve adımları çalışmanın sağına doğru kaydıkça * temsili Borga’yı sağa ilerken fark edecek.' Eğer izleyici sol tarafa yönelirse de yüzeydeki Borga suretini sola doğru ilerlerken görebilecek. Sonuç izleyici eninde sonunda bir yöne hareket-etmek zorunda kalacak. Bu yapıtın uygun koşullarda görülebilmesi için tek önemli unsur.

Kamusal Alanı adımlayarak tekrar işaretleme eylemi sanatçının yapıtıyla bu noktada izleyici tarafından da bir deneyime dönüşecek. İzleyicinin yönelimleri ile belki kısa süreliğine sanatçının memuriyetine direnişi, küçük bir jest ile bedenden bedene taşınacak ve durgun suyu biraz olsun bulandıracak.
Borga Kantürk, Subat 2006

volta


Borga Kantürk , Ömer Durmaz'ın katkılarıyla
Volta,
(arka), Ocak 2006, Dijital Baskı,100 adet
Arkalı Önlü Baskı, 13 x 18 cm.

Yeni işler: Gökçen Cabadan


Gökçen ile dostlugumuz eskiye dayanıyor.
Kendisini 4 yıla yakın suredir Belçika'da yaşıyor.
Son bir iki yıldır ancak ortak yaptığımız
bazı etkinliklerde görüşüp, buluşma şansımız oluyor.
O sebeple sanatsal sürecini pekde yakından takip edemiyorum açıkcası. Resim üretimi yapan bir sanatçı ve oldukça hızlı üretiyor. Son bu yılda ürettigi 20 civari resim den soz etmekte. Fakat, ne yazıkki ne sergilerde ne de sergi dışında henüz buluşamadık bu çalışmalarla. Gökçen'i yakından taniyan biri olan ben bile bu çalışmalardan bir kaçını görebildim. Bunun sanirim birkaç nedeni var, Birincisi genel: Resmin, kişisel yone dogru bir kapanma ve bununla beraber uretiliş aşamasındaki yalnızlık hali ile ilişkili oluşu ve bu yalnız duruşun kimi yerde izleyiciye ulaşırken tamamen örtük ve kişisel kodlarla şifrelenmesi, kisacası kolayca hazmedilemiyor, bilgisine erişilemiyor olması sanirim. İkincisi ise belki de Gokcen'in çokda göz önünde bulunma sevdalısı olmadığından mu kaynaklanıyor. bilemiyorum.

Kendisiyle 1-2 gündür 'umut' kavramının etrafında gezinen çeşitli sözcükler, işaret ettikleri durumlar, konumlar dahilinde sohbet etmekteyiz, umarim daha ileri taşınır bu sohbet. İşte o görüşmeler esnasında bazı yeni çalışmalarını internet üzerinden görme ve üzerine düşünme şansım oldu.

Bu sabah ise Gokcen'den farklı ve sevindirici bir e-mail aldim. Yukarıda sözunu ettigim çalışmalarını içeren bir blog sitesi yapmiş kendine. Merak eden kişilerin bakmasi adina site adresi aşağıda...

http://gokcencabadan.blogspot.com/

eski çalışmalar içinse: http://www.gokcencabadan.be

Ola Perhson



Daha 5 dakika bile olmamisti. Vasif'in blogundan okudugum bir haber beni uzuntuyle yazmaya itti.
Ola Perhson un ailesi ile birlikte bir trafik kazasinda yasamimizdan silindi haberi.
Tamda 'umut' ve kayip bir umudun pesinde olma durumu uzerine kafa patlatip, yazmaya ugrasiyorken, bu haberi almak cidden cok tuhaf ve acitici. Bienali gezerken inanilmaz bir empati ile yaklastigim bu sanatci rastlantisal bir sekilde uretim umudumu tetiklemisti. Benim icin O bulusma anindan itibaren bende yarattigi benzer hissiyat ile kendince dunyasina yasam alani yaratan birinin, belkide kendisinin haberi olmadan isleriyle tanisan, benim gibi 10larca sanatciya tasidigi heyecan ve uretme, direnme arzusu umarim ayakta kalir...Kalmali.



bkz: http://www.resmigorus.blogspot.com/

Fotoğraf Üzerine

Aslında fotoğrafı işlerimde sıklıkla kullanmıyorum. Fakat fotoğrafın dökumanter yönü ve geçmişe dair ‘tarihsel bir belge’ olma durumu beni kesinlikle cezbetmekte. Bu konuda teknik mükemmeliyetçilik barındıran bir üretim arayışım yok. Hatta tersine, fotoğrafın ‘temsili inandırıcılığı’ nı kullanarak, O’nun belgesel niteliğinden beslenen bir anlatım ‘anındalık’ kurmak çok cazip geliyor.

Sanırım Asıl derdim ‘mizansen’ler oluşturmak. Bunlar genelde 19yy. Manzara resimleriyle, cocukluğumun popüler çizgi-serilerinindeki o hafif ve keyifli hissiyatını birbirine çakıştıran, genelde tek bir figür-kahramanın yeraldığı kurgular. Hayali-Kurmaca figürlerin, gerçek dünyaya parazitlendiği muzip kaçamaklar diyebilirim.(Caspar David Frederich vs. Nills Holgersson, Gustave Courbet vs. Red Kit, gibi. )

Genelde kurduğum Mizansen; özenle, elle ürettiğim oyuncak figürler ve onların yerleştirdiğim ‘gerçek manzaralar’ı içeriyor. Ve O manzarın bir belgesini oluşturmak amacıyla çektiğim fotoğraflar var sonuçta. Bence figürler, mekan içerisinde küçüklükleriyle, yabancılıklarını hissettirirken, bir bakıma da mekanın boyut algısını absürdleştiriyorlar. Bu durum sonucunda da bulundukları manzaranın gerçekliğini de bozuma uğratıyorlar.

Burada hoşuma giden bir gariplik ortaya çıkıyor.

O’da; fotoğrafın, ‘bir zamanlar, bir yerlerde, öyle bir ‘durum’, öyle bir buluşma gerçekleşti’ye dair bir belgeyi uretiyor olması. Yani kurduğum masalı daha da gerçekmiş gibi göstermesi. Ya da tam tersine ‘gerçek olanı’ daha da masallaştırması...ikisinden biri.

Tuhaf ama benim açımdan gayet heyecan verici bir çelişki.

Borga Kantürk_Şubat 2006

Borga Kantürk ve Ahmet Öğüt / Platform Söyleşi :

Ahmet Ögüt ve Borga Kantürk / Söyleşi:
Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi
20 Aralık 2005 - saat: 18:00

Bu konuşma 20 Aralık 2005 tarihinde Ahmet Ögüt - Borga Kantürk sergisinin açıldığı gün gerçekleşti. Kayıttan kağıda döküldü ve sadece basit düzeltmeler yapıldı.

Ahmet Öğüt: Serginin oluşumundan söz edeceğiz. Bu işe başladığımızdan bu yana neler yaptık sorusuyla başladık, ardından grup sergisi formatından kişisel sergi moduna nasıl kayabiliriz, kişisel sergi fikrine nasıl adapte olabiliriz, iki tane kişisel sergi olabilecek bir sergiyi nasıl tek bir sergiye çevirebiliriz soruları üzerine düşündük. Yapıtlarımıza mesafeli bakabilir miyiz? Farklı dönemleri bir arada sunmak nasıl olabilir, eleştirel bir gözle bakabilir miyiz kendi işlerimize, bunları düşündük, sonra bir dolu işi eledik ve sonuçta bu sergi ortaya çıktı.

Borga Kantürk: Bu serginin bizim için çok hızlı gelişen bir etkinlik olduğunu belirterek başlayayım. Ahmet'le en belirgin ortak noktamız, Platform tarafından çeşitli kuzey bölgelerinde sanatçı misafir programlarına gönderilmemiz olabilir. Kuzeyde belirli bir periyot (ben 3 ay Helsinki, Ahmet 2 ay Basel) yaşadıktan sonra tekrar İstanbul'dayız ve İstanbul-İzmir gibi çok da alışık olduğumuz illerde hayatımıza bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Platform'un bize gelen teklifi biraz ani ve hızlıydı aslında. Kısa sürede kotarılacak, Borga Kantürk ve Ahmet Öğüt birlikteliğinden oluşan bir sergi kurmak, amaç bu. Biz bu duruma bir şekilde hızlıca refleks geliştirerek hazırlanmaya çalıştık. Burada 4-5 kişi 6 kişi tartışarak konuşarak, Ahmet ve Borga kimliklerini nasıl lanse edebiliriz ve onların şu ana kadar ki sürecinden geriye kalan ne olabilir üzerine bir sonuç çıkarma eylemine giriştik. Buradaki birlikteliğin avantajını şu olarak görüyorum: Kesinlikle bu sergi bizim daha önce lanse edildiğimiz ve Türkiye sanat ortamında gündemde durduğumuz çok kişili, kalabalık, ama dönemce etkili olmuş kimi sergilere göre tamamıyla zıt bir noktada, sadece isimlere, başlık olmaksızın Borga ve Ahmet'e kanalize olan ilk sergi. Ahmet'in yurtdışında kişisel sergi deneyimi olmuştu, benim de çok önceki periyotlarda yaptığım iki kişisel sergi vardı, ama bunlar belirli bir süreci sunmaya ve belirli bir işe endekslenen sergilerdi. Ahmet ise yurtdışında Lubyana'da yaptığı türde bir sunumu Türkiye’de hiç yapmamıştı. Bu durum, hem Platform'un iki genç sanatçıdan ciddi anlamda bir sergi çıkartma ve sanatçıların geçmişini tartışabilme isteğini besleyebilecek, hem de bizleri ayaklarının üstünde daha yere basar bir konuma yerleştirebilecek sanırım.

Ahmet'e bir soru:
Sen bu konuda yurtdışında yaşadığın bir kişisel sergi deneyimi ile ilişkili düşünürsen, buradaki sergilemede ne gibi bir ayrım olduğundan söz edebilirsin?

Ahmet Öğüt: Şimdi kendi başımıza kurduğumuz öykülerden bahsetmek sıkıcı oluyor olabilir ama işlerin de bir çoğunun bilindiğini göz önünde bulundurarak konuşuyorum, bu yaz, Haziran ayında Slovenya'da Mala Galeri'de Vasıf'la birlikte bir sergi yapmıştık, orada ilk defa 5-6 tane işimi bir arada sergiledik, sonra buraya geldik, buradaki sergide ise şunu fark ettim; orası biraz daha kolaydı, çünkü orada kendi işlerimi nasıl bir araya getiririmi düşünüyorken burada hem bunu düşünüp hem de Borga'nın işleriyle nasıl ilişkilendirebiliriz, çarpıştırabiliriz ya da yan yana koyabilirizi düşündük.

Borga Kantürk: Serginin öncesinde, Ahmet'le kendine yabancılaşma ve bunun rahatlatıcılığıyla ilgili olarak konuşmuştuk. Orada Ahmet'in dediği şey, yabancı bir ülkede bu işleri gören kişilerin, asla Ahmet'i tanımaması ve O'nu öncesinden tarif edemeyecek kadar uzak mesafede olmasından doğan bir 'dışarıdan'lığın söz konusu edilebileceğiydi. Aslında bir rahatlıktan söz edilirse Lubyana'daki şey rahatlık bir bakıma... Türkiye’de açacağı kişisel bir sunumla oradakinin eleştirisi ya da işte kabuğu tamamen farklı olacak.

Ahmet Öğüt: Daha önce Borga'yla konuşmalarımızda -günah çıkarma seansı düzenlemiştik aramızda- hiçbir şeyi atamadığından, vazgeçemediğinden, ve hepsini bir yerde istiflediğinden ve bunu yapmaktan da vazgeçemediğinden bahsediyordu. Ben de 2003'te başladığım kendime karşı reform diyebileceğim bir refleksle artık her bir şeyimi atmaya başladığımdan, bir şeylerden vazgeçmek gerektiğinden, zamanla da bunu alışkanlığa dönüştürmek gerektiğinden bahsediyordum. Görünüşte fikir ayrılığımız olduğunu fark ettik aslında.

Borga Kantürk: Aslında Ahmet'in yaptığı işlerde belirgin parçalar var ve bu parçalar bir şekilde ayrıştırılabiliyor bence. Ahmet bunu deneyimledikçe parçaları ayrıştırarak yoluna devam edebiliyor. Fakat benim sürecimde , bu belki bir handikap, parçalar genellikle öyle bir bütün oluşturuyor ki bu parçaları nereden ne şekilde ayıracağımı ben bile karıştırıyorum. Ve bu parçalı yapı, aslında bir araya gelmesi zor olan iki figürü bir araya getirebilecek. Borga ve Ahmet'i. Sergide iki başlı bütünü yalınlayıp, kimi yerde iyice minörleştirip, mesajını ve sunumu doğru şekilde izleyiciye aksettirebilecek bir deneyime giriştik. İşte bu bakımdan ikimiz açısından iyi bir çakışma olduğunu düşünüyorum. Üzerine parmak basarak sürekli düşündüğümüz, savunduğumuz şey; bizim kişisel sergi mantığıyla yetişmediğimiz. Bizim ortalığa çıktığımız dönemler, özellikle genç etkinlikler ( 3-4 ) veya 'Plajın Altında Kaldırım Taşları' ya da Halil'in küratöru olduğu 'Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm' sergisi periyoduna rastlar. Bu etkinlikler daha çok grup hareketine dahil, katılımcı kadrosu epey kalabalık sergilerdi. Ama işte şimdi ilk defa, İstanbul 'da ve İstiklal'in merkezinde, çok kolay gidilebilir bir galeride iki kişi olarak varız. Kalabalık bir sergide Borga’nın tek bir işinin yerleştiği bir düzlem ya da benzer durumda Ahmet’in tek işinin yerleştiği bir düzlem değil de, Ahmet'in ve Borga'nın mekanın içine tamamen yayıldığı, iyice vakit harcanabilecek, iki ismi pekiştirebilecek bir düzlem... Bunun üzerinden bir diyalog yaratmanın ya da bunu daha sonra da başka sanatçılarla ve Türkiye'de, burada yapmanın önemli olacağını düşünüyorum. İşte tam da bu yüzden projeyi oldukça önemsiyorum.

Ahmet Öğüt: Bir de bunun önemli bir tarafı - biraz evvel bira içerken konuştuğumuz gibi - Borga’yla şunu farkettik; hakikaten bu serginin önemi, şimdiye kadar bilinen Ahmet diye birinin bilinenin dışında gerçekten neyle uğraştığının görülebilmesi. Borga içinse, hani bir takım küçük portatif galeriler inşa edip oraya başka sanatçıları davet edip sergiler düzenleyen biri olarak değil de hakikaten Borga olarak ne ürettiğinin bir şekilde sunulması. Kolektif işler ve projeler üreten Ahmet'ten ve Borga’dan çok hakiki Borga’yla hakiki Ahmet'e gitmeye çalıştık olabildiğince.

Borga Kantürk: Bu serginin aslında havada kalan, sözle aşılabilen, sözcükle sergi geneline girelim. Galeriye, aşağıya indiğimizi düşünürsek göreceğiniz şeyler Ahmet ve Borga'nın - özellikle Borga’nın 2000 ile 2005 arası Ahmet'in de sanırım 2002 ile 2004 arasında bir sürecini - gözler önüne seriyor. Bu gözler önüne serme eyleminde, iyi ve sıkı bir efor gösterilerek yapılmış bir eleme var, kabul; fakat tekil bir seçki yani "best of" gibi bir şeydense ikili arasında uyumlu olabilecek ve işte o Ahmet'i, belirli vizyonlardan tarif edip size Ahmet'i sunabilecek, ya da Borga'yı sunabilecek çeşitli periyotları bir araya getiren bir yapı tercih edildi. Bu da aslında güncel sanatçının tek işiyle bir durum içerisinde konumlandırılmasından, ya da kalabalık bir sergi içerisinde yer alıp bir alanın boşluğunu doldurmasından farklı. Burada o sanatçının kendi alanını yaratarak kendi periyotlarını, farklı işlerini izleyiciye bir bütün olarak sunmasından da farklı bir şey var çünkü ikili bir denklem bu sergi.

Ahmet Öğüt: Bizim iki üç sene önce tanıştığımız zamandan bu yana birbirimizden öğrendiğimiz çok şey oldu. Bu şununla ilişkili, şimdi aşağıdaki sergi - biraz da sergi olarak ele alınırsa ve kişisel mitolojilerimizi ve hikayelerimizi kurgulamayı bir tarafa bırakırsak - çok farklı malzemelerin bir arada kullanıldığı, her türden işin olduğu, malzeme saplantısı olmayan bir sergi. Esnek bir yapı söz konusu ve bu da aynı zamanda bizim için çok eğitici bir süreç oldu. Mesela Borga'nın işlerini üretiş biçiminin, onun olaya yaklaşımındaki tutumunun ve kurgulayışının benden çok daha farklı olduğunu, ama buna rağmen benim onu da çok rahat bir şekilde benimseyebildiğimi fark ettim. Yani herkes sizin gibi üretip sizin gibi düşünmek zorunda değil pek tabii ki. Böylelikle onun tutumundan ve yaklaşımından kapabileceğim çok şey olduğunu fark ettim. Ve bu kadar şeyi bir araya getirme cesaretini de belki o yüzden bulduk. Ben biraz daha büyük ebatlı yapıtlara kayarken, Borga daha küçük, daha hassas yapıtlarla destekledi sergiyi.

Borga Kantürk: Uzlaşmacı bir dönem olduğunu düşünüyorum, yani aslında ikimiz de bağımsız olarak sergilensek belki iş daha mı kolay olurdu, daha etkisiz mi olurdu onu şu anda içimizde tartışabiliriz. Ama sonuçtan şu anda memnunuz ve biz içimizdeki uzlaşmayı, bunu yaşamamızla veya daha önceden gelişen diyaloğumuzla da bu sergi içinde perçinleştirdik. Yani söylemlerimiz bir yerde farklı yönlere kaysa da üretim pratiklerimiz yakın noktalarda duruyor. İşte belki kuşağımızdaki o reflekslerin bir çakışması. Hareketlerin çakışmasıyla, biz ortak çok sesli bir şey söyleyebildik orada. Yani biraz da o ortak çok sesli bir şeyin farklı kanallardan söylenmesine karşı bir özlem hissediyoruz, biraz onunla ilişkili de bir karşılık buldu gibi sergi. Yani ikimiz de aynı tipte bir söz söyleseydik, aşağıda çok sıkıcılaşabilen bir sergi olabilirdi diye inanıyorum. Fakat ikimizin dengesinin, ritminin bir noktada bozulması veya tezat gitmesi, oradaki ikili durumun inandırıcılığını, kabul edilebilirliğini bence güçlendirdi. Yani serginin geneline baktığımızda, giriş odasında genel bir beyaz ışıkta, Platform'un o görmeye alışkın olduğumuz ışıl ışıl beyazlığını kullanan ve Ahmet'in biraz daha vurguda bulunduğu işlerden ve benim aralara girdiğim küçük 'episode' lardan oluşmuş bir sergi parçası var. Ama ortadan açılan kapıdan arka tarafa girdiğimizde de bunun tam tezadı olarak, maviye boyanmış ara odada daha klasik bir müzecilik üslubuyla Borga Kantürk resim müzesi parodisi yaratılmış bir alanda sözü benim devraldığım, Ahmet'in de bir şekilde iki videoyla onu dengeleyecek bir atmosfer kurduğu bir durumdan söz edebiliriz. Bu geçişken sunum yerine sanatçıları ayrı ayrı odalarda konumlamak da vardı fakat biz en başından beri bunu düşünerek o ayrı ayrı odaları değil de bir şekilde birbirimizin sözünü dinleyerek ya da sözü, pası birbirimize atarak tamamıyla mekana yayılan bir parça oluşturmayı tercih ettik.

Vasif Kortun: Sanatçı mitolojisi midir bu? Yapılan, söylediğiniz? Oradaki işlerin hepsinin nereye konulacağını biliyordum. Yani sergi düzenlerken biz karar verdik onlara, siz de tamam dediniz, beğendiniz. Bunu bireyselleştirip kendinize çekmeyin, niye böyle yapıyorsunuz ki, böyle bir şey olmadı. Platform olarak, ekip olarak sonra da…

Ahmet Öğüt: Orda kim varsa 5 kişi 6 kişi.

Borga Kantürk: İlk bakıştaki...

Ahmet Öğüt: Başka türlü mü anlaşıldı? 5-6 kişi orada bulunan kim varsa.

Borga Kantürk: Takım çalışması oldu, o iki kişinin bir şekilde ortaya çıkışı, ilk başta bizim de diretmediğimizden bahsediyorum yani o iki parçayı.

Vasif Kortun: Söylediğin şekliyle o okumayı

Borga Kantürk: Zorlaştırıyor.

Vasif Kortun: Çünkü bu tarihe geçiyor şu an, mesela kaydediliyor, herkes dinliyor, vesaire. Sonra böyle bir mitoloji, böyle bir okuma biçimi çıkıyor. Bu tarihlerin genelde bu şekilde çıkıp daha sonra da o anda tartışılmamasının getirdigi…

Borga Kantürk: 'Handikap'

Vasif Kortun: ...sıkıntıyı taşımasını istemiyorum şahsen. Şunu anlamadım, oysa sergi birlikte yapılıyor.

Bir Dinleyici: Evet

Vasif Kortun: İşler geliyor, üzerine konuşuluyor, yerleştirme adına, vs. Bu stratejik bir şey değil, sergiyle alakalı bir şey. Ama bu bir retrospektif olsun, bireysel bir sergi olsun birlikte yapıyoruz. Sergi olgusu birlikte yaratılan, kurulan bir şey. Simdi geriye bakışlı olarak düşünürken, “ya biz şöyle düşündük, acaba ayırsa mıydık ayırmasa mıydık”, böyle birşey yok. Böyle bir tartışma da olmadı, ben hatırlamıyorum.

Borga Kantürk: Oldu

Vasif Kortun: Ben hatırlamıyorum, böyle bir tartışma oldu mu?

Ahmet Öğüt: Oldu, neyse sen gelmediğin bir sırada. Venedik’teydin. Borga'nın demek istediği...

Vasif Kortun: Araya girme hissini taşıyorum çünkü çok stratejik konuşuyorsunuz.

Vahit Tuna: Hayır, sanki birileri “naptınız siz” diye sordu da?

Vasif Kortun: Çok stratejik konuşuyorsunuz.

Ahmet Öğüt: Hayda. İlk defa bu kadar ben bunu yaptım, şunu yaptım diye konuşuyoruz zaten. Eee koydun bizi buraya. Biz şimdi burada birbirimizi olumlayan bir konuşma yapıyoruz gibi gözükebilir fakat iki kişi birbirini sürekli olumlar, bizim bir üçüncü, dördüncü, beşinci kişiye ihtiyacımız var. Bu sergi kurulurken de , Borga'nın da demek istediği, bir zahmet artık birileri desin ki: "Borga sen şunu şöyle yap.” Çünkü adam her şeyini kendisi yapmaya çalışıyor….

Borga Kantürk: Biz sıkıldık kendimiz kurmaktan.

Ahmet Öğüt: Obsesifliğinden, ne denir onlara, neyse. Öyle bir adam. Bundan sıyrılmak istiyor, çıkmak istiyor. Önceki gün geldim baktım, iki tane şahane işi vardı, onları çıkarmış. Çok güzel iki tane küçük parçaydı bence. Çıkarmış. Hiçbir şey sorma gereği duymadım, çünkü niçin çıkardığını anladım.

Dinleyici: Hangileri?

Ahmet Öğüt: Küçük ışıklı panoya bakan adam, bir de kibrit kutusu ve kibritli olan.

Borga Kantürk: Bir de motorlu olan, dönüp duran iş. Çok söz etmek istemedim artık yani, fazla fazla fazla söz. Çok fazla, çok parçalı bir üretim şeklim var ve onlar boğuluyor bir noktadan sonra. Zaten ulaşamayacaksa bari boğulmasın, diğerleri ulaşsın gibi bir gaye.

Dinleyici:Pardon, Esas anlayamadığım bir nokta oldu ilk başta. Kişisel sergi, grup sergisi dediniz, buraya getirdiniz ama ondan sonrası bağlanmadı. Ya aslında bu sizinki grup sergisi, biraz alternatif gibi gözüküyor. Aşağıdaki sunum şeklinden anladığım kadarıyla yani grup sergisi havasında ama bir kişisel sergi demeye de çalışıyorsunuz sanki.

Dinleyici: Neden grup sergisi var?

Dinleyici: Yani, işlerin…

Borga Kantürk: Kullanış açısından

Dinleyici: yerleşmesi, sunumu açısından bana öyle bir etki verdi. Yani Borga'nın orda işleri, ön arka meselesi...

Dinleyici: Ya sanki başka bir şeyi yaratmaya çalışıyor, kolektif sergi

Dinleyici:evet

Dinleyici: Grup da değil, kişisel de değil.

Ahmet Öğüt: Kişisel demedik zaten. Demedik değil mi?

Borga Kantürk: Kişisel dememiz o ki, 20 kişilik bir grup sergisi vardır ya da iki kişilik bir grup sergisi, üç kisilik grup sergisi vardır. Yani bu sergide bizim karşılaştığımız durum. Şöyle bir mekanda L çizelim, işte üç duvarı ele aldığımızda tamamıyla orda yaratabileceğimiz bir alan, o alanda sıkışıp kalmış, fark edilir fark edilmez küçücük bir iş mesela... Bunun dışında Ahmet'in kendinden kaçamayacak bir izleyiciyle karşılaşması ve Borga Kantürk'ün o arkadaki resimlerinin bir araya geldiği kurguda, bir alan yarattığında, izleyeninin kaçamayacağı bir alan ile, yani tamamıyla fazla söz etmeksizin, seçkiyle, güzel hazırlanmış bir paragrafla da izleyiciyle karşılaşmak.

Ya alışkın olmadığım bir şey ya da artık az karşılaştığımız bir şey gibi geliyor bu bana. Ve özellikle 20’li yaşlarındaki insanların genellikle grup sergilerinde ortaya çıkması bir kıvılcım yakalanması, o kıvılcımın devamının gelmemesi ve onun beklenen atağı yapamaması … Ya da üzerine yüklenen bir kimliğin ya da bir isteğin, beklentinin karşılığını verebilmesi için doğru bir durak gibi geliyor bana bu tip sergiler. Yani bu bahsettiğim kurgu şeklinde 8 kişilik bir sergi de olabilirdi, oradaki alanın üçte ikisi, üçte biri benim olabilirdi, ve o zaman biraz daha inanç zayıflayabilirdi ya da işte güven aşılanamayabilirdi belki gibi.

Ahmet Öğüt: Belki burada…

Halil Altındere: Bir soru sorabilir miyim Ahmet'e: demin kendinizi konumlandırırken daha önceki grup sergileri falan… en sonda işte, iki kişilik bir sergi yaptınız ve hakiki sözcüklerini kullandı Ahmet ve "şimdi daha hakiki bir Ahmet ve Borga var" dedi.

Ahmet Öğüt: Daha hakiki Ahmet ve Borga derken hakikatte kim olduğumuzu kastetmiştim.

Vasıf Kortun: Faturası bana çıkıyor.

Halil Altındere: Bu grupla sergi arasında hakiki olma nedir ve mekan mı acaba hakiki oluyor?

Ahmet Öğüt: Hayır kastettiğim şeyin mekanla alakası yoksa. Bence burada Borga’nın da demek istediği şey, eğer biz birer tane iş koysaydık tam grup sergisi olacaktı. Borga bir dönem kopya üzerine, bir dönem başka bir şey üzerine çalışmış. Bütün bu periyotların nasıl bir araya konacağı üzerine kafa yoruyor. Kendi kendine dışardan bakabilme ve bu periyotlarını bir araya koyup bakabilmek. Hem Borga bunu organize edecek, hem ben organize edeceğim, hem de biz bunları yan yana koyacağız. Kişisel sergi derken birbirine benzer beş altı işi koymayı kastetmiyoruz.

Vasıf Kortun: Ama galiba şöyle bir şey var, Buraya has bir durum değil ya da BIR gruba has bir durum değil ki… 90’larda çevresel durumlar genellikle grup sergileri içinde sürdürüldü,. Nerdeyse bütün hayatını grup sergilerinde geçiren kaç yaşına gelmiş sanatçılar da var, öyle değil mi? Mesela İstanbul'da bir tür değiş tokuş devri içinde de yaptık bunu. Yani böyle bir durum var. Bununla ilgili bir sıkıntının olması bence çok ciddi bir durum.

Dinleyici: Çok fazla mekan yok.

Vasıf Kortun: Mekan var da çok fazla düşünmedik. Ama çok fazla alternatif yok. Bu nedenle o grup sergileri, başlı başına bir konu, bir mesele üzerine düşünülmesi gereken. Bu aynı zamanda bir tür - biraz önce konuşuyorduk - bir tür tirani, bir tür şiddet; yani kar amacı ——bu tarz ülkelerde, yerlerde, bölgelerde—— kar amacı gütmeyen kurumların diyelim ki belli bir gücü ve baskısı var, daha doğrusu galerinin ve galericinin vs., başka türde sergileme sistemlerinin ve dengelerinin olmadığı durumlarda, üretimde güç unsuru var. Bir blok oluyor, onlar birbirleriyle bağlı olmasa bile, ve bu blokları da kurum sahipleri yapıyorlar. Böyle bir durum var, bu durum karşısında bizim yapmaya çalıştığımız, bir nevi birliktelik diyorum, Ahmet'in mekanına Borga’yı, Borga’nın mekanına Ahmet’i yerleştirmek. Aradaki blokları… Önce girdiğimiz yere "Ahmet'in mekanı" diyorum, yani daha büyük duvarlar, Ahmet'in koca duvar resmi, fotoğrafları ve Borga'nın orada dağılması… İkinci mekan da Borga'nın mekanı ki o mekan fiziki olarak küçülüyor, intimleştiyor, ışık ayarı değişiyor. Borga'nın müzesinde de Ahmet var. Ki zaten orda Ahmet’in işi için daha büyük bir monitör düşünüyorduk, onu Ahmet 9 inçlik LCD’ye çekti. Yani öyle bir ..

Leyla Gediz: Ben bu konuya katılmıyorum yani arka oda bence ikisinin ortak olduğu bir alan, yani Borga'nın işinin ebadı kadar Ahmet'in projeksiyonu da büyük, yani bu sergideki en büyük, en gösterişli işi o odada. Yani neden bahsediyorsunuz, nasıl orası Borga'nın odası oluyor anlamadım. Ahmet'in en büyük söylemi orada, ayrıca küçük işi de orda. Yani arka odadaki paylaşım iki sanatçıyı hakiki Ahmet ve hakiki Borga olarak karşı karşıya başarıyla getiriyor bence. Borga'nın kendi iç retrospektifine bakışı işte ama Ahmet'in iki farklı dönemde yapılmış işleri - bilmiyorum öyle olsaydı keşke, belki ikisi aynı zamanda yapıldı, çünkü şu retrospektif hikayelerini, iki sanatçının sergide nasıl değerlendirildiğini ben tam anlamadım, daha akıllıca çözümlenebilirdi gibi geldi bana. Borga kendi içinde retrospektif işini bir türlü düşünüyor ve işinin bir parçası haline getiriyor ama Ahmet’in geçmişten ve bugünkü işini nasıl sıraladık, temsil ettik sergide hani ben onu tam anlayamadım. Bir retrospektifteki sunum endişesinden de söz edildi burada ama o ne kadar iyi çözümlenmiş tam emin olamadım; bence kötü yani. Kötü, çok zayıf çünkü ikisinin işi aşağı yukarı gene aynı ebatta, aynı ebattalar birbirleriyle. Şimdi ben hiç onların işlerini bilmesem sergiye gelen birisi olarak çok net bir ayrım görmek istiyorum; ama mesela Ahmet'in duvardaki araba işiyle Borga'nın aynası ne biliyim... Ya da hani bunlar birbirlerinden o kadar da çok ayrılmıyorlar gibi geliyor bana ve mekanda da çok fazla dağınıklar. İşte Ahmet'in LCD ekranıyla ne biliyim Borga'nın oradaki masası vs. böyle aşırı bir aydınlık içerisinde, neresinden tutacağını bilemediği. İki şeyi karşılaştırabilmek için bir netlik gerek. Arka odada o çok güzel var. Tablolar var, büyük bir projeksiyon var. İki şey çok net birbirinden ayrılmıyor öbür tarafta yani, ne söylemeye çalışıyorsunuz? Hani…

Vasıf Kortun: İkisinin işi için de aynı şeyi mi söylüyorsun?

Leyla Gediz: İkisi için de, yani ön odanın böyle bir beyazlık içinde

Dinleyici:Benim söylemeye çalıştığım işte o grup sergisi havası.

Leyla Gediz: Ona da katılıyorum ayrıca, burada bu var, burada da bu var. Üç adım sonra burada başka bir şey var.

Dinleyici:Bunların hepsi başlı başına bir iş. Hepsi ayrı bir mekan isteyen işlermiş gibi. Ama yan yanalar.

Vasıf Kortun: Biz sağ-sol olarak ayırdık. Ayırma oydu.

Leyla Gediz: Bence açıkçası Ahmet'in işleri birbirine daha yakın ve daha güçlü bir şekilde sunulsunlar. Borga'nın işleri de küçük küçük ayrı ayrı, böyle ama işte daha bir kendi aralarında. Ya da yani Ahmet ortada bir yerde daha güçlü bir varlık gösterip Borga onun etrafında ufak ufak dans etseydi tamamdı, ama bu netlik yok. Anlatabiliyor muyum? Ne ikisi tam ayrılıyor ne öbürü. Hani Ahmet'in fotoğrafları da Borga'nın fotoğraflarıyla aşağı yukarı aynı ebatlarda, yani bunlar bilmiyorum bende şey yarattı, yani bembeyaz duvarlar ama orası Ahmet'in denecek kadar Ahmet orayı dolduramamış bence. Yani öyle de değil.

Vasıf Kortun: Orda, ben zorladım çünkü. Altı fotoğraf vardı, daha önce Halil Altındere'nin gösterdiği, Ahmet'le Osman'ın birlikte yaptığı, ben o fotoğraflardan iki tanesine takıldım bir parça, fazlasıyla takıldım belki de. Ahmet'in fotoğraflarını bir tür nesneleştirmek adına, daha birer birer, kendi başlarına ayrılarak.

Ahmet Öğüt: Yoksa o seri büyük bir bütün olacaktı, Borga’nın fotoğrafları daha küçük kalacaktı. Bir de ‘Devrim’ duvar resmiyle fotoğraflar arasında Borga'nın aslında el yapımı ‘art-ist’ dergisi vardı ya, büyükçe bir vitrini olacaktı.

Leyla Gediz: …Bir sunum üzerine ne kadar düşündüğünüzle ilgili. Yani o zaman gerçekten şöyle bir şey yapabilirdiniz: sen Borga'nın işlerini sergileyebilirdin, Borga da senin işlerini sergileyebilirdi. Yani hani böyle bir alışveriş de olabilirdi. Hani bir tarafından çok daha radikal olma şansı varken olmamış bir sergiyle karşı karşıya hissediyorum ben kendimi.

Vasıf Kortun: Ön taraf?

Leyla Gediz: Evet ön taraf. Peki ortadaki iş?

Ahmet Öğüt: Hangisi?

Dinleyici: 'Sahibinin Sesi'. Yeni yapılan bir iş.

Ahmet Öğüt: Mesela 'Sahibinin Sesi' Borga'nın...

Borga Kantürk: O yeni bir iş değil, bir işin versiyonu. Enstelasyon versiyonu gibi bir şey. O da 2004 sonu gibi üretildi aslında. Onu bir grup sergisi içerisinde sergilemiştik fakat orda dışarıda bir meyhanede, sadece video olarak döndüğü için fazla izleyiciye ulaşmadı. Aslında o işi ben bir şekilde mekanın bir öğesiymişçesine kurmak istedim (meyhanedeki video versiyonu için söylüyorum). İlk başta - tartışarak yaratma fikri ile ilişkili olarak - November ve Ahmet ile tartıştık mesela. Benim işlerim daha bilinmeyen, çok parçalı işler olduğu için kurulduktan sonra ancak algılanabilir bir düzlem sağlıyorlar. Kurulmadan önce neyin nereye gideceği çok uçucu. Ahmet'teki parçalar daha bir bitmiş parçalar olacağı için onun parçaları daha kalıcıydı ve bizim karşılaştığımız mekanda o aradaki açış, o aradaki revaklı avlu olarak tarif edebileceğim tek kişilik bir koridor-oda kesinlikle yoktu. O oda, o zaman karşılıklı konuşurken, birbirimize tezat refleksler geliştirirken ortaya çıktı. Yani oraya daha bariyerli bir rampaymışçasına, daha güncel bir şey, İstanbul sokağıyla ilişkili, zor bir geçiş gibi bir şey düşünülürken, daha tarihsel bir sürece ilişkin bir geçiş sağlandı. 'Sahibinin Sesi' ile mekan ve düzenleme o tarafta gerçekleşti. Yani o mekanı bölme fikri orada o şekilde sağlandı.

Ahmet Öğüt: Bir de şöyle bir şey var, bir yandan da hoşuma gidiyor, bir ay önce biz bu sergi üzerine düşünmeye başladık. Mesela bundan hani altı ay sonra yapılıyor olsaydı, ya da bu serginin yapılacağını altı ay öncesinden öğrenmiş olsaydık bambaşka bir sergi çıkabilirdi, çıkardı. O anki koşullarla birlikte o anda elde bulunan işlerin içersinden seçiyoruz. Mesela Borga'nın kitapları vardı onların sunumu üzerine çok netleşmediği için onları koymadı. Aslında asıl koymak istediği şeylerden biriydi ama koymadı o kitapları. Çünkü sunumu üzerine düşünüyordu. Veya benim bienaldeki iş 'Somebody Else’s Car' vardı, mesela ben onu böyle bir sergiye koymayı çok isterdim ama bir yandan da daha yeni sergilendiğinden suyunu çıkarmamak için koymadık. Yani böyle durumlar var ve bu yüzden ön taraf belki o kadar boş görünmüş olabilir falan.

Borga Kantürk: Aslında biraz nasıl bakarsanız, bilmiyorum da benim kafamda tamamen başka bir şey vardı. Bunları, eski işleri düşünmek gibi bir şey asıl derdim değildi. İşte bunun bir süreç olduğunu düşünüyorum, o süreçte bir noktada süreçten çıktığımı ve değişik bir kanala doğru kaydığımı hissediyorum. O yüzden, yeni işlerde defter-kitaplarda daha belirsizlik içersinde şeyler var. Bunlar benim kafamda belirmiş, olmuş tamamlanmış şeyler ve ilk defa bunlardan farklı bir şeyler istedim. Burada sergilenenler benim belirlenmiş-bitmiş, biraz dışardan baktığım, mesafeli durabildiğim, fakat bir arada sunulmamış işlerim. Sergi için ben kendimi boşluğa bıraktığımda birileri beni tutsun, taşısın ve sergi oluşsun, daha olgun bir mesafe kurulsun gibi bir hissiyat vardı başlarken. Fakat öyle bir şeyden çıktık ve son noktada bir grup çalışmasına döndük. Ben biraz işte tembel durumundan yatağımdan kalkarak falan, öyle bir psikolojiyle o sürece katılmış hissediyorum. Yani geçmişi o şekilde tekrar düşünmek zorunda kaldım. Yok ağlama değil bu biraz yüzleşme ile ilgili yani cidden ben...

Vasıf Kortun: Ben geçmişi artık hatırlamasın diye bu sergiyi yaptım.

Ahmet Öğüt: Bir de bir şey söyleyeceğim: bizim bu bahsettiğimiz altı ay sonra falan yapsak bambaşka bir şey çıkardı meselesi aslında önemli noktalardan biri. Yani, demek istediğim bir ay içinde kaç kişi böyle sergi kotarabilir? Yani bu zor bir mesele hakikaten. O kadar kısa bir süre içerisinde bu kadar şeyin oluşması.

Halil Altındere: Bu iptal olan bir sergi yerine mi kondu yoksa?

Vasıf Kortun: Ne alakası var?Y eni bir şey beklemiyoruz ki ikisinden. İkisi bir eski işlerden oluşan, İstanbul’da çok fazla görülmemiş işlerden oluşan bir sergi.

Ahmet Öğüt: Bu kötü bir şey değil ki. Bununla idare etmiyorum zaten ben.

Vasıf Kortun: Ortaklığın bir kaç sebebi var yani bir taraf.

Dinleyici: Diyarbakır-İzmir?

Borga Kantürk: Öyle değil, bireysel hikayeler var. Hikayelerden birisi de bizim ilk yurtdışı deneyimimiz.

Vasıf Kortun: Diyarbakır İzmir bir parça var işin içinde. Hatırlıyorum burada bir Diyarbakır İzmir toplantısı olmuştu. Bundan bir buçuk iki yıl önce bir sanatçı inisiyatifleri geldi Belçika'dan. Diyarbakır’dan DSM’yi temsilen Şener Özmen, İzmir’den de K2’yi temsilen Borga ve Elmas Deniz geldi. Ve o çok enteresandı, benim için vurucu bir andı; Borga sürekli kenara bakarak sakin bir şekilde konuşurken Şener gürül gürül sesiyle... Bu çok klişe bir şey, bütün o İzmir'deki hafif, gevşek, boş biraz da alakasız hayat… Böyle bir şey vardı. Fakat İzmir ekolü diye bir hat çizersek, işlerden bahsediyoruz, İzmirli sanatçıların genel olarak işlerinden, bu kuşaktan.

Leyla Gediz: Yapmayalım, yani genelleme.

Vasıf Kortun: Malzemeye yaklaşımdan, malzemenin harmanlanması, kağıt kullanılması başlı başına KUTU projesinin kapanma tarzı, bütün bunlar ve...

Erinç Seymen: Ama zaten işbirliği kurmuş bir gruptan bahsediyorsun, bütün İzmir’den bahsetmiyorsun ki.

Vasıf Kortun: Zaten ondan bahsediyorum.

Erinç Seymen: Kutu projesinin katılımcılarından, ve şu anda İzmir'den çıkıp İstanbul'a gelmiş olan, İstanbul'da görünürlük kazanmış olan sanatçılardan bahsediyorsun.

Vasıf Kortun: Tamamen ondan bahsediyorum.

Erinç Seymen: Borga ve Kutu'nun diğer kurucuları, Onlar İzmir'i temsil eden grup falan değiller.

Dinleyici: Hayır ama kendi içlerindeki ortaklık. Bence Ahmet'in işlerini Diyarbakır’da...

Dinleyici: Yani Ahmet İstanbullu oldu tabii artık.

Vasıf Kortun: Bu karşılaşma sonunda Ahmet’le Borga’nın karşılaşması...

Dinleyici: Bir de Absalon var.

Vasıf Kortun: Önce Ahmet'i düşündük iki gün sonra Ahmet’le Borga’yı düşündük ki o zaman Borga'nın defterlerine bakıyordum, mesele oradan çıktı. Ama Diyarbakırlı bir sanatçıyla sergi açalım karşısına da İzmirli sanatçıyı getirelim diye bir şey olmadı. Ama o bir buçuk iki yıl önceki toplantı da çarpıcı bir noktaydı, semptomatik bir noktaydı. Yani A karakteri ile B karakteri değiştiği zaman gene aynı sesi çıkarabilir oradan. O başka bir şey.

Borga Kantürk: Biz bu noktada şöyle bir ortaklıktan yola çıktık…

Erinç Seymen: Mesela kim kimi ikna edebilir? O zaman somutlaştırır örneği.

Vasıf Kortun: Ne? Şahıs, isim mi istiyorsun?

Erinç Seymen: Evet

Vasıf Kortun: Çok var.

Erinç Seymen: Ben tahmin edemiyorum, senin kurduğun modellemeyi anlayamadığım için.

Vasıf Kortun: Şimdi bak. Bir taraf ki daha çok toprak üzerinden diskur kuruyor, toprak, 'territory', bölge, bütün işler toprağa dair yani yere, çizgiye döküp yaktığın benzin, 'Wish You Were Here' gene toprak üzerinde gerçekleşiyor vs bin tane iş sayarız değil mi, video işi.

Ahmet Öğüt: Yirmi tane.

Vasıf Kortun: Yirmi tane ama sayabiliriz. Ve o zaman VCD vardı değil mi DVD çok fazla yoktu.

Ahmet Öğüt: Hiç yoktu.

Vasıf Kortun: Hatta o da adlandırılmıştı değil mi, VCD Kürt sanatçısının ana malzemesiydi Batı'ya yollanan. Bir tarafta da zamana yayan, büyük sesle konuşmayan minör… yani Ahmet'in önüne dün Borga iki tane şeker koydu şu kadar, bütün hareket çok basit bir jestti. Arada böyle bir fark var. Eğer bu kümelemeleri yapamayacaksak, hiçbir şey yapmayalım zaten. Bu kümelemelerin içinden ayrışma noktalarını kurabiliriz ama kümelemeler muhakkak ki var. Bu insanlar için bir kümeleme olabilir, tamamen bağlılık üzerinden, çok zaman içinden, yani uzun zaman aradan birbirine bağlanan olabilir, coğrafya üzerinden olabilir, yaş üzerinden olabilir. Yok mu?

Borga Kantürk: Biz bu kümelemenin uzağına düşmek gibi bir şey istedik yani kümeleme zaten var ama biz o kümelemenin üzerinden okunmaktan o kadar bıktık ve bireyselleşemedik ki, bu sistem içerisinde Ahmet ile belki bunu sağlayabilecek iki kişiydik. Yani seçim belki o konuda o yöne kayarsa öyle bir şey, ama biz de bu sergi, bu noktada Ahmet ile Borga varken, Diyarbakır İzmir tartışılmasının bizi bağlamasını bilemiyoruz artık gibi bir şey. Bir de orada bireysel bir duruşumuz var. Yani Ahmet’in özellikle son işlerine baktığımda ister o işi burada yapsın, ister başka yerde yapsın lokal jestler var ama evrensel bir kola kayış gibi bir şey zaten. Benim hayatım, güncel sanat için kafa yormaya başladığımdan beri dediğim şey, kanalize olduğum şey, o konuda. Yani o çakışmayı bir noktada sağlayabilecek bir ruh yakalamak istedik biz, biz iki kişi olarak onu çok düşünüyoruz mesela Ahmet'in zaten bu konuda büyük bir çabası var. Sen de anlat zaten.

Ahmet Öğüt: Anlatıyorsun abi.

Borga Kantürk: Hadi sen anlat. Ben anlattım, yani biraz derdimiz bu. Grup sergisi dedi ya Vahit, grup sergisine benziyor gibi bir şey, o gruplanma, kendi içimizdeki gruplanma da… bir noktada belirli şeyleri denemişizdir periyot içerisinde. İşte iki yıl önceki halimiz var, şu anki halimiz var. Şu anki halimiz biraz daha uzakta, çünkü bu bitmiş sergiden kopmuş durumda. Yani ben o periyottan geçip çıkmış, başka bir yerde konumlanmayı arzu eden bir Borga Kantürk kimliği kurmak istiyorum. Mesela Ahmet'te de o ilk odadaki periyottan sürece girildiğinde, yani fotoğraflarla en sondaki video arasında karşılaştırma yapıldığında aradaki farklılık bence bu evrenselleşme çabası. Kendini kendi başına var edebilme, bir çizgiye ya da bir tanıma dahil etmeme uğraşısını hissediyorum ben. Bunu bir bakıma iki kişi kurmak önemli gibi. Yani sen, Ahmet'in yanına, bir şekilde bir toprak işi daha üreten birini ya da işte toprak ve benzeri bahsettiğin kümelenmelerden birini koyduğunda, biz Ahmet'i zaten o kişiselliğinde okuyamayacak bir duruma geliyoruz. Bu ikili olmamızın avantajı, Ahmet Ahmet olarak okunabiliyor. Onu o genel yapıdan bir noktada ayrıştırıp sanatçı vizyonunu çıkarabiliriz ama.

Vasıf Kortun: Leyla bunu başaramadık diyor ama, en azından beyaz dükkan da olmadığını söylüyor.

Borga Kantürk: Arkada olması bile kardır diye düşünebiliriz..

Erinç Seymen: Ya devamlı böyle birbirinin izleri, birbiriyle ölçüşme gibi kavramlar kullanıyorsun, bir bireyselleşme diyorsun, bir kişiselleşme diyorsun. Fakat ondan sonra metodolojini açıklarken de aslında iki kişinin farklı malzemelerle ürettiği yapıtları bir tek havuzda toplama ve onları böyle bir harç haline getirmekten bahsediyorsun. Halbuki mesela bu metodolojiyle kişiselleşme, tek başına bulunur kılma çabası nasıl örtüşür ki birbiriyle? Ben de gerçekten aşağıda iki kişi değil de sekiz kişinin yapıtlarıyla oluşturulmuş olabilecek bir grup sergisini gezmiş gibi..

Ahmet Öğüt: Ama yani Allah aşkına Erinç, şimdi kolaylıkla son zamanlarda hakikaten ne hayal ediyorsam işte ona göre bir yapıt koyabilirim diyip “Ölü Teçhizat Treni”ni koyabilirdim, sonra Borga da gidip sadece kitaplarını koyabilirdi, sadece iki tane işle biz bu sergiyi çok daha dolu büyük bir sergi yapabilirdik. Şimdi bizim buradaki meselemiz farklı süreçlerimiz varsa bunları ortaya koyalım, bunu becerebilir miyiz… Diyelim ki beceremedik ön tarafta ama biz bunu zaten denedik. Bir sürü şey denedik, bazı şeyler ziyadesiyle olmuş bu kısa zaman içinde ki onlardan hiç bahsedilmiyor. Söz gelimi ara koridor çözülmüş, arkada Borga’nın o resimlerinin - en çok onların sergileniş biçimi üzerinde kafa yordu - olduğu kısım var mesela, demek çözülmüş ki kimse oraya takılmıyor. Bir de arkadaki benim videonun karşısına küçük videonun sunuluşuna da kimse takılmıyor. Ön tarafta ise benim ve Borga’nın denediği şeyler vardı. Bütün bunları yan yana getirirken Vasıf Beyler ile ve Fevzi ile, November ve Öykü ile birlikte, hep birlikte düşündük. Kendimize küçük çaplı olsa da bir meydan okuma vardı. Ben duvar resmi yapmak isteğindeydim. Bunun gibi bir çok şeyin nasıl sonuçlanacağı baştan yeterince kestirmek çok zordu.

Vasıf Kortun: Bir işi beceremedik onun da ne olduğunu söyleyelim sürpriz olur.

Leyla Gediz: Söyleme bence.

Ahmet Öğüt: Yetişmedi.

Borga Kantürk: İlk plandaki çözülmemezliğin nedeni aslında büyük ihtimalle, itiraf ediyorum ben oldum. Çünkü benim çok küçük parçalı, çok fazla ufak-işim vardı. Ahmet'in işlerinin duvara çakılabileceği yerler hemen hemen belirliydi - ön tarafta, duvar resmi yapacağı yer mesela. Serginin toplantıları başlamıştı ve ben o sırada yoktum buralarda. Ahmet'le ekip bir şekilde şu kısma o duvar resminin yapılabileceği fikri üzerine konsantre olmuştu ve bunun dışında Ahmet'in kullanacağı bir monitör, bir LCD panel ve 6'lı seri fotoğrafları vardı. Benim fikrim ilk girişte - bir ısınma turu olarak - o arada Borga ile Ahmet arasında bir zikzak çizmenin gerekliliğiydi. Bir ver-kaç gibi. İşte Ahmet'in karşısındaki yerlere birkaç şey iliştirip bir şekilde geçişi sağlamaktı. Arka odaya da geçiş yapıp, finalleyip daha sonra da...
Ve es geçilmemesi gereken bir şey daha da arka odada bir Absalon sergilenmesi durumu var. O Absalon durumuna da, aydınlıktan karanlığa, belki de işte alışıldık olandan, daha karanlık bölgeye doğru gidiş. Asıl mevzu, bizim asıl alışkın olmadığımız, daha beyaz açık plan değil de kendi kabuklarımızı oluşturduğumuz o karanlık alana geçiş. Açık alanı kurtarabilmek cidden çok zor bir durum. Ve o ön taraftaki gibi bir beyaz kütlenin, alanın...

Leyla Gediz: Altı ay lazımmış.

Erinç Seymen: Ya ben tam tersini düşünüyorum. Arka oda bence gayet akademik, işte ikiye belirlenmiş bir mekan, doğrulanması çok kolay bir enstalasyon. Bence ilk mekan çok daha deneysel. Yani bir kere işte o kadar laborantça düzenlenmiş bir sergi mekanında senin işlerinin dağınık durması bence çok daha deneysel, çok daha radikal bir tavır. Yani bence senin arkadaki yapıtlarla ilgili hoşuna gitmiştir ama radikal, radikalizmden bahsediyorsan benim o mekanda...

Borga Kantürk: Yok! Yok radikalizmden bahsedemeyiz.

Leyla Gediz: Erinç, ama çok tesadüfi yani senin şu söylediğin.

Erinç Seymen: Bir havuz hazırlıyorlar, iki sanatçı, kendi yapıtlarından bir havuz hazırlıyorlar. Zaten bu rastlantıya açık demek. Rastlantıya izin verilmesi sadece ilk mekanda gerçekleşiyor bence. Diğer mekanlar son derece akademik. Senin işin, işte resimlerini sergilediğin duvarı renkle ayrıştırman da, işte ışıkla ayrıştırman da, bence bunlar gayet doğrulanabilir, işte gayet edepli, işte çağdaş sanat sergileme metodolojilerinden farklı olmayan. Bence esas ilginç havuz ilk mekan, tam da işte kimin hangi yapıtı ürettiğini çözümleme paniğini yaşatması, işte videonun aydınlık bir mekanda sergilenmesi gibi bir takım böyle işte hatalar gibi görünen aslında benim deneysel olarak adlandırmayı seçtiğim nitelikleri nedeniyle bence tam da ilk mekan çok iyi, daha ilginç.

Ahmet Öğüt: Hayda!

Borga Kantürk: Değişik. Ben o akademik ruhun aslında şeye uygun olabileceğini düşünüyorum... Çünkü benim şu an bu sergide yerleştirdiğim işler daha çok geçmişime ait. Daha çok, geçmiş üzerine ne yazabilirim ki düşüncesi. Geçmiş üzerine radikal bir oynama ihtiyacı duymuyorum çünkü geçmişten kopmak istiyorum gibi. Onları bir şekilde uzay mekiği gibi, parça parça atıp atıp iyice başka bir tarafa kaymak. Derdim, çok da fazla geçmişimden yeni bir kıvılcım yaratmak, yeni bir şekilde olan biteni daha radikalleştirmek, sunmak, gündeme getirmek değil sanırım. Belki o yüzden bir şekilde, Erinç o dediğin şeyler daha radikal olabilirdi, biz zorlayabilirdik. Ama mesela Ahmet o eski, ilk tanınmaya başladığı foto performansını ne kadar radikalleştirmek ister, ya da ben işte 2002 yılında yaptığım, 2003'te yaptığım, uzaklaştığım şeyi ne kadar radikalleştirmek isterime gidiyor durum. Yeni oluşmakta olan işlerimizi kullanmak isteseydik, ya da bu tipte bir geçmişe yeniden bakma gibi bir şey denemeseydik bu dediklerin işlerdi. O zaman çok daha içlenebilirdik, çok daha fazla şey yapardık. Yani sana çok fazla hak verip işi o şekilde kurmaya çok daha zorlardık. Ahmet'in yapılmayan işi de bu şekilde o radikalliği daha da zorlayacak bir laboratuar alanı kesinlikle!

Leyla Gediz: Evet ya, Borga'nın bu tarz sözcükleri çok güzel ama o zaman böyle daha da soğuk bir ışık koysaydık oraya yani. Bu kadar normal bir ortamın içerisinde bunu düşünmek için biraz fazla okuma yapmıyor musun Erinç?

Erinç Seymen: Hayır çünkü birbirinden çok farklı malzemeler.

Leyla Gediz: Biraz daha mavi ışık olsa orda...

Erinç Seymen: Ölçü, ölçü anomalileri, renk anomalileri var orda, çok primitif biçimde duvara doğru düzgün yapıştırılmamış bir yazıyla, Borga'nın işte özenli olmaya çalışıp sakar sonuçlandırdığı heykelleriyle, ne biliyim işte Ahmet'in videosunun karşıtlığı bence orda çok daha ilginç bir tavır var. Yani orada bir Ahmet ve Borga sergisi görüyorum ben. Öbür tarafta Ahmet'in duvarı ve Borga'nın duvarını görüyorum. Yani bence arka odada esas böyle bir şey var hani, onlar sadece aynı odada.

Vasıf Kortun: Peki bu bir sorun mu? ilk başta, oradaki aydınlatmaya takıldın. Çok fazla sergiyi konuşuyoruz aslında işleri konuşmuyoruz. O lacivert çerçeve, yani diyelim ki o çerçeve içinde o sunum var ya, o yapılan işi çok mu fazla olumluyor?

Erinç Seymen: Elbette, yani çünkü çok daha özenli.

Vasıf Kortun: Yani o bir sorun mu?

Erinç Seymen: Hayır sorun degil.

Vasıf Kortun: İttifak var diyorsun.

Leyla Gediz: Pardon ama yani o yapılan işin bir parçası zaten, ne demek şimdi
yani, ayıramazsınız ki.

Erinç Seymen: Beni de rahatsız etmiyor, sadece Platform'da öyle bir şey görmek tuhaf geldi bana.

Borga Kantürk: Bu da işler bir hale getiriyor. Yani öyle söylediğin tavırda. Girişi klasik bir Platform sergisi.

Vasıf Kortun: Eyvah!

Borga Kantürk:: Bana verdiği ilk hissi söylüyorum.

Ahmet Öğüt: Neyse...

Vasıf Kortun: Ama şöyle bir şey de var sanki, örnek verirsek, sen arkadaki isler daha iyi, Erinç de tersini.

Erinç Seymen: İşler değil, oradaki tavrı beğendim ben.

Vasıf Kortun: Diyemez miyiz?

Erinç Seymen: Oradaki tavrı beğendim. Mesela Borga'nın Proje4L’de bir duvarda… retrospektif açmasıda hatırladığım bir şey. Şimdi mesela o küçük işlerin buradaki kullanım biçimi bana çok daha militanca geliyor. O işlerin o kadar küçük olması, işte herkes dev projeksiyonlar hayal ederken, ya da bütün mekanları kullanmayı hayal ederken, Borga'nın bir sırt çantasına sığacak kadar yapıt üretmesi ve işte o yapıtları da yine büyük bir mekanda bu biçimde göstermesi bana daha militanca geliyor. Kendi işini savunması anlamında da daha militanca geliyor bana. Halbuki öbür tarafta işte her bir resmin üzerine spot düşmekte, o benim de yaptığım bir şey, ben bunu olumsuzlamıyorum. Benim demek istediğim sadece o ilk mekanda gerçekten çiğ ve işte böyle işlenmemiş, işte belki daha ne diyelim, arkada müze parodisi yapılıyorsa, önde de belki çağdaş sanat sergisi parodisi yapılıyor.

Leyla Gediz: Yok okul galerisi falan daha çok. Sene sonu sergisi diyelim.

Ahmet Öğüt: Neyse yapsaydık malum işi, kolaylıkla toparlardık.

Leyla Gediz: Kermes.

Halil Altındere: Bayağı yapıt var aslında. Mekandan dolayı az gözüküyor ama çok sevdim, birlikte gezdik sergiyi ve şeyi düşündük, bir Borga Kantürk sergisi olsaydı ve sadece “You'll never walk alone” olsaydı tekrardan hiçbir bölme olmadan, dışarısıyla, İstiklal’le yani Platform’un içerisi.

Leyla Gediz: Ahmet parazit yani.

Ahmet Öğüt: Çıkartırız abi iki dakikada.

Halil Altındere: Başarılı olabilir yani böyle bir dönüşüm.

Borga Kantürk: Böyle şeyler de yapılabilirdi. Ama bir noktada eski defterleri su yüzüne çıkartıp bir bakma ve ...

Leyla Gediz: Aman defterlerden başka her şey

Borga Kantürk: Eski defterler. Bildiğimiz anlamda yani bitmiş şeyler, metafor.

Leyla Gediz: Anladım….

Borga Kantürk: Öyle bir şey. Fikir, çıkış noktası, o noktaya da gidebilirdi. Biz yeni çok güzel bir şeyi de sergileyebilirdik ama onu düşünmek üzerine bu noktaya gitmedik.
Leyla Gediz: Bir dahaki sefere Borgacığım.

Vasıf Kortun: Biraz önce Borga niyetli ve stratejik olarak ayrışma hali gibi bir şeyden bahsetti. Doğru mu o?

Ahmet Öğüt: Öyle bir şeyden bahsetmedi.

Borga Kantürk: Ayrıştırma değil de Ahmet'in parçalarının daha kolay ayrışabileceğinden bahsettim. Yani oradaki videoları gibi, tek tek de alabilirsin gibi ama mesela...

Vasıf Kortun: Genel olarak...

Borga Kantürk: Genel olarak demedim! Enstelasyon adına diyorum. Yani. Ahmet'in 4 LCD’sini yan yana da koyabilirsin, bu mesela bir avantaj belki. Benim bu tür bir kurguda sunum açısından daha da sorunlu bir görüntüm vardı. İşleri boş galeriye getirdiğimde bir kraft kağıdı serdik yere, sonra üzerine bir dolu parça parça iş yerde asılmayı bekliyor. Hani bavulu boşaltıp saçarsın, her tarafa yayılır, işte o şekilde parçalar duruyordu. Ama mesela Ahmet'in videoları, DVD’leri, artı fotoğrafları elindeydi, ya da hazırdı. O'nun bu sergide tercih ettiği şeyler zaten bunlar, çünkü diğerleri çok fazla ortalıkta görüldü. Kahretsin ki ya da belki de iyide oldu ki, Ahmet belki o ‘Freekick’te sergilediği kitapçığı ve bienaldeki işi çok da seviyordur, o işler kısa süre önce İstanbul'da hiç gösterilmemiş olsa Ahmet onları kesinlikle sergiye koyacaktı. Ve bu olasılıkta kesinlikle algılayışta bir vizyon değişikliği gerekecekti. Ama mesela Ahmet'in elindeki kurgulamak istediği şeyler benim karışık zihnim kadar problem çıkartmayacak işlerdi. Yani ben biraz problem çıkardım. O ilk başta yere serilmiş küçük yayıntılar için işte özel masa istedim, pleksiglas istedim, ya da “o şeyi öyle nasıl yerleştirebiliriz?” türünde sorunlar üzerine fazlaca çeşitli malzemeler istedim. Ahmet'in parçalarında yerleşim kolaylığı, videodan kaynaklı bir şekilde işlerinin o ekran içerisinde bitmişliği söz konusuydu. Bende ekran tipi bir çerçeve de olmadığı için o küçük işler tamamıyla cidden orda yeniden yapılır gibi yaratılmak zorundaydı. İşte burada öyle bir tezat var bahsettiğim oydu. Yani yanlış noktalara gitmiş.

Ahmet Öğüt: Çok uzattık, bir saat oldu.

Borga Kantürk: Yoo, gayet iyi.

Ahmet Öğüt: Demek ki işlerde ilginç birşey yok, hiç işler üzerine soru gelmedi.

Erinç Seymen: Ama bu sergiyle de ilgili en ilginç şey o değil mi zaten? Sergi yapısı değil mi? Çünkü senin de Borga'nın da daha önceden görülmüş bir dolu işin var yani. Bu sergiyle ilgili en ilginç olan şey bence zaten o tek tek yapıtlar değil, o tek tek yapıtların yan yana getirilişi. O yüzden yani doğal tabii ki bu serginin projesi üzerinde durulması hani.

Vasıf Kortun: Sergideki kör ayna, Borga'nın en olağanüstü işi benim için. En olağanüstü işi o bu sergideki. Öbür tarafta da, çaprazında da, ‘Devrim’ var. Birinin okuma biçimi ile öbürünün okuma biçimi arasında çok ciddi bir gerginlik var. Benim için en önemli işler onlar. Bir arada oldukları için de, onda bitiyor yani.

Erinç Seymen: Onlar nasıl ulaşıyor ki birbirine?

Leyla Gediz: Ben de anlamadım.

Vasıf Kortun: Uzun uzun anlatmayayım şimdi.

Borga Kantürk: Dediğin gibi değil de biz sahiplensek. Mesela Ahmet'in deneyimlemek istediğinden bahsediyordu bana. O iyi yaparken, öyle bir şey yapmadığından ve sadece yapmanın keyfini almaktan bahsediyordu. Mesela ben de o 'ayna' işini acayip keyif alarak çok kısa bir sürede çıkardım. Önemli durum keyif aldığımız şeylerin çakışması gibi, birlikte yerleştirmesi belki, tamam farklı yerlerde olabilirdi de.

Ahmet Öğüt: Başka bir şeyi kastediyor.

Vasıf Kortun: O süreç öbür tarafı. Okuma biçimleri çok farklı. Yani...

Leyla Gediz: Ne kadar farklı?

Vasıf Kortun: O aynayı ‘Devrim’in karşısına koyduğun zaman gene aynadan okuyamayacaksın.

Ahmet Öğüt: Ama işin güzel tarafı hep birlikte oturduk, daha yeni bugün açılmış bir sergiyi bu kadar etraflıca tartışıyoruz. Bunun yapıldığını daha önce ben pek görmedim. Leyla, senin hiç bir serginde böyle bir tartışma yapıldığını hatırlamıyorum.

Orton Akıncı: Ben bir şeyi anlamadım. Bir sergiden sonra bunu oraya koymuşsunuz olmamış, onu oraya koymuşsunuz olmamış. Bu olmamış falan filan. Neden bunlar konuşuluyor?

Leyla Gediz: Orton...

Vasıf Kortun: Bu bir davet aslında.

Dinleyici: İyi de bence açılıştan bir hafta sonra olsaydı.

Leyla Gediz: Neden öyle dedin?

Dinleyici: Çünkü insanlar sergiyi yeterince görmeden tartışıyorlar.

Dinleyici::Bir şey ekleyebilir miyim? Uluslararası sergilerde, basın günü yapılır ya sergiler için, hatta Picasso müzesinin…Bugün de burada galiba hani sezilen şey bir sergi için sanatçı gezisi günü düzenlenmiş ve onun ertesinde buraya gelinmiş, konuşulmuş olmakta gibi bir hava var. Bu da aslında tam tersi bir rahatsızlığın göstergesi. Sergileri izleyip, sergileri izledikten sonra tekrar yoruma maruz bırakmak durumunu uzun süreli ilk kez burada yaşadım, keşke daha organik olabilsek, keşke paralel sergilenebilseydi, bu tür forumlar yaşanabilseydi, benim de gözlemlediğim bu. Sanki Vasıf portföyündeki bütün sanatçılara mail atmış da işte bugün bu sergi açılıyor gelin görün arkasından konuşacağız gibi ama aslında kamusal bir toplantı, sivil resmi herkes için.
Ben Ahmet’le Borga’ya bir şey sormak istiyorum. Özellikle geçmiş çalışmaları, bazı çalışmaları bu sergide bir araya getirmeniz o döneme ait bazı şeyleri kapatmak üzerine kurulu bir şey mi yoksa kendi çalışmalarınız arasında bir ilişki mi?

Borga Kantürk: Yani bana göre aslında Ahmet'le bir şekilde bir yol çakışması durumu var. Yani ilk yurt dışına çıktığımız etkinlik beraber yaşadığımız bir etkinlikti. İşte kalabalık grup sergilerinde, çeşitli yollarda çakıştık. Bir süreci farklı uçlardan bakarak, aynı zemini, aynı o karmaşık, çok sesli gözüken yapıyı, 2000’lerden bu yana 2005’e kadar gelen. Ben şöyle düşünüyorum:Türkiye’de güncel sanat sürecini yaşıyoruz, o yaşayıştan belirli refleksler ya da belirli parçalar, belirli düşünceler ürettik üretiyoruz da, onlar bir şekilde işte böyle bir ev arkadaşı mantığıyla bir araya geliyor sergide. Aynı evi paylaşma durumu, yani ortak kira ödüyorsun gibi bir şey. Sözleşmeli bir birliktelik. Aslında çok da birbirini tam karşılayacak şekilde bir ortak zemin birlikteliği aramadık. Öyle bir şey söz konusu değil. Yani bir şekilde arkadaş olarak iyi anlaşıyoruz, farklı noktalara kanalize oluyoruz, ama işte o uyum süreci ile, birlikte yarı-uyumlu bir şekilde o 2001-2005 Türkiye genç güncel sanatı döneminde biz ne yapmışıza bakalım istiyoruz. Hem kendimiz bakmak, hem de dışarıdaki insanlar bakıp bir şeyler söylesin diye beklemek. İzleyici fikir edinsin bizim geçisimiz üzerinden bir şeyler söyleyebilsin.

Dinleyici: O dönemle ilgili, o döneme ait bir sergi gibi düşünüyorsunuz, Vasıf, işlerin seçilmesinde.

Borga Kantürk: İşlerin seçiminde değil, bizim bir araya gelişimizde yani.

Ahmet Öğüt: Doğrudan hep birlikte oturduk konuştuk yani o süreç içerisinde...

Borga Kantürk: Yapıp çağırma gibi bir şey söz konusu değildi baştan. Fakat belirgin bir kriter, bir dosya, yoğunluk vardı. O yoğunluktan alabileceğimizin üçte ikisi kadarını alıp, buraya getirip, galeride üçte birine, daha azına düştük.

Ahmet Öğüt: Borga iki tane büyük koliyle gelmişti buraya. Şu anda bir çantaya sığacak kadar küçük birkaç iş görüyorsunuz sadece. Büyük bir elemeden geçti. Oysa baştaki fikri bütün bunların hepsini bir anda göstermekti, ama bir haftalık dönem sonucunda kendi açısından böyle bir karar aldı. Ben de şimdiye kadar bu videolarımı göstermemiştim, artık sergilenmemiş pek işim de kalmadı, Borga'nın aynı şekilde. Yani istediğimiz gibi her şeye yeniden sıfırdan başlayacağız.

Borga Kantürk: Biraz da amaç buydu aslında. Bu sergideki işleri İstanbul'da Beyoğlu’ndan geçen pek çok kişi gördükten sonra buna benzer ya da bunun ardılı çok kolay bir şey üretme şansımız da kalmayacak. Yani bunları tekrar fırınlayıp sunma şansımızın olmaması da bizim o yeni sürecimize daha kolay konsantre olmamızı sağlayacak bir aşama gibi, herhalde öyle bir yoldan çıktı. İzmir'de grup parçalar halinde sergilemiştim bunları; geçmişe ait, o dönemlerde, o sergilere refleks olarak orda kafamda canlandırdığım bir sürecin küçük küçük parçalarıydı. Şu kadarcık bir alanda tek başına sergilenebilirdi, ama yanlarında bir dolu şey vardı, ama bana ait değildi gibi bir bölümden geldi. Buradaysa onlar gene küçük parçalar halinde ama bir şekilde birbirine atlayabiliyorsun ön tarafta.

Leyla Gediz: Ya bu Platform’da gazetenin okurları gibi, hani sokaktan geçenlerin gelip de gezdikleri sergi hakkında yorum yapabilecekleri ve bunu yayınlayacak bir site, bir organ, bir sayfa bir şey var mı? Yani öyle bir adres hani o tip bir söz veriliyor mu izleyiciye her hangi bir yerde? Sanatçılar acaba bu geri dönüşten faydalanabilirler mi gibi düşündüm yani. Tabii harika olmuş harika olmuş yazan bir defterden bahsetmiyorum.

Vasıf Kortun: Hayır o tarz yapısallaştırılmış bir geri konuşma biçimi yok. Bir yanıtlama, onun kümülatif bir hale getirilmesi filan, hiç öyle bir şey yapmadık.

Dinleyici: Blog olabilir?

Vasıf Kortun: Blog da, alternatif bir blog koyduk ki arşiv olsun diye Platform içinde. O blogda öyle bir şey, öyle bir geri konuşma fırsatı var. Ama o da tabii şimdi yine kalp kalbe diye düşün izleyiciyle. Çünkü Her türlü izleyici geliyor buraya. Her türlü izleyicinin her türlü dönüşünü, bakışını ciddiye almak ya da dinlemek zorunda olduğumuzu hissetmiyorum. Ama cevap verebilecek olan için sadece süregelen bir anketleme sistemi var hepsi bu. Artık anketleme sisteminden de bir parça sıkıldık çünkü orda da çok zeki şeyler, çok çarpıcı şeyler doğrusu pek gelmiyor. Geldiği zaman zaten sözel olarak geliyor ya da emaille geliyor ya da…

Leyla Gediz: Peki sonra o gelenlerin bir şekilde gösterilebileceği bir pano olabilir yani burada bir takım posterler asmak yerine, gelen mailleri herkese mal edecek şekilde bir mantar pano gibi bir şey olabilir. Anlatabildim mi? Takip edebilmek için. Yani siz seçtikten ve eledikten sonra.

Vasıf Kortun: Olabilir tabii. Bu kısa bir sergi, nihai bir proje değil, burası hızlı bir kurum. Evet belli bir rahatlama kapsaması gerekiyor. Kapatıyorsun gibi, kapatmıyorsun ama en azından onu göstermemenin sıkıntısıyla yaşamıyorsun. bir ferahlama meselesi. Asıl mesela sahiden ortada konuşmak, bu sanatçılara ve kuruma ‘yansıma’ olarak geri dönmese kayıp olir. Çünkü bu düşünüldüğü zaman bize de sergiyle ilgili başka şeyleri düşündürüyor: Erinç mi haklıydı Leyla mı haklıydı ya da biz mi haklıydık, buna yarın yeniden nasıl bakacağız, bakarsak bundan ne çıkaracağız, neyi yeniden düşüneceğiz, neyimiz eksik, mesela izleyici kim izleyici kiminle konuşuyor sergiyi? Böyle bir mekanizma sağladık mı sağlamadık mı? Kırılgan olmayan bir cemaat oluşur, kırılgan olmamaktan kastım düz konuşma, açık, yüz yüze tartışma.

Leyla Gediz: Bir soru sorabilir miyim? Arabayı metafor olarak da düşündün mü yoksa sadece araba mı? Ve metaforsa neyin metaforu?

Ahmet Öğüt: Aslında bunun geyiğini Borga'yla yaptık, neredeyse her şeyde araba vardı, garip. Ama yani illa ki öyle bir metafora gitmemi istiyorsan Freudien bir açıklama mı yapayım şimdi; efendim babamın bir tane Ford Escort'u vardı, 1969 model ve onu kilometrelerce ittiğimi hatırlıyorum, çamur içinde, sırf misafirliğe gitmek için saatlerce ittim mi diyeyim şimdi? Yok böyle bir şey. Son videodan başlamak gerekirse, mesela geçenlerde Vasıf bana bir email atmıştı “gel de Burt Barr’ın ‘Dolly Twice Shut’ını izliyelim diye. Arşivden çıkarıp izledik.Videoda bir Cadillac'ı yavaşça gidiyormuş hissi yaratarak çekivermiş, çok benzer bir referans olmuştu benim için. Ondan sonra öbür gün Önder'in evinde otururken Jean-luc Godard'ın ‘Weekend’ filmini takıp bir de o gözle izledik. Efendim o filmde çok etkili bir trafik sahnesi var, yaklaşık on beş dakika trafikte sıkışıp kalmış bir arabayı izliyorsunuz o sahnede. Vasıf’ın da söylemiş olduğu gibi olayı Breugel’in birbirini iten körlerine kadar götürebiliriz. Beni heyecanlandıran da bu ilişkiler. Doğrudan koşullu referanslara takılmamak lazım. Araç, alet yani sokakta duran, hareket eden şey. Belki bu kadarcık bir metafor.

Leyla Gediz: Senin gündelik hayatında araba yok mu?

Ahmet Öğüt: Otobüs var, araba var her gün yüzlercesi. İster istemez var yani, İstanbul'a geldikten sonra özellikle. Çünkü ben Diyarbakır’da her yere yürüyerek gidiyordum, küçük bir yer, otobüs dolmuş nedir bilmezdim.

Leyla Gediz: Ama araba böyle kağnının yerini mi tutuyor ne oluyor o videoda?

Ahmet Öğüt: Orda araba değil, başka uçak da olabilirdi. Doğrudan bir metafor yok yani sonuçta. Önce hiç bir şey hareket etmiyor sonra yavaş yavaş gelen bir araba görülüyor, mekanik bir alet ve kendi gittiğini zannediyorsun.

Leyla Gediz: Bana gördüğüm şeyi anlatma.

Ahmet Öğüt: Sen zaten bu söyleyeceğim şeyi de biliyorsun Leyla. Bak ben burada ızdırap çekiyorum açıklayayım diye. Son zamanlarda derdim olabildiğince az malzeme kullanarak tek bir hikaye anlatarak bir şey yapmakla ilgiliydi. Yani bazılarına skeç gibi geliyor olabilir ama derdim tek bir hikayeyi daha az malzemeyle daha az göstergeyle nasıl anlatabilirim.

Leyla Gediz: Ya bilmiyorum bu soru daha çok işler hakkında konuşmak denemesi belki. Belki doğrusu değil ama bir deneme en azından.

Dinleyici: Sanatta yoğun bir şekilde otomobil kullanımı aslında var, çok fazla görüyorum özellikle güncel sanatta. Ama aynı zamanda beden de çok fazla kullanılıyor. Arasında bir ilişki falan mı kuruyorsun?

Ahmet Öğüt: Yok ben kurmuyorum. Gördüm dosya açmışlar Kunstforum’da hayvanlarla ilgili işler yapan sanatçılar diye. Ayşe Erkmen'in kaplanları falan var arada. İçinde hayvan geçen bütün işleri koymuşlar. Ben olaya o açıdan hiçbir şekilde yaklaşmamaya çalışıyorum. Yani bendeki araba meselesi de tesadüfen. Benim gündelik deneyimimle ilgili.

Hakan Topal: ‘Devrim’ arabası ne ile alakalı?

Ahmet Öğüt: Devrimle alakalı:)

Hakan Topal: Devrimle alakalı değil de neyle alakalı onu soruyorum gündelik bir şey değil o, hani tarihsel bir şey.

Ahmet Öğüt: ‘Devrim’ arabası daha önce yaptığım ‘Tarihte Bu Hafta’ diye bienal gazetesi için yapmış olduğum çizimlerin devamı. Uzun süre araştırma yapıp topladığım yakın dönem Türkiye tarihinden garip olayları ilüstre ettiğim bir çalışmaydı. Onlar arasında yayınlanmamış olan ‘Devrim’in başarısız ama bir yandan da komik hikayesini duvarda büyüttüm. Tarihselliği elbette içeriğin kendisi ama ne de olsa ben de avukat değilim.

- - -

Bu metin, http://platformgaranti.blogspot.com adresinden alınmıştır.

Bu Blogda Ara

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası
"Maps courtesy of www.theodora.com/maps used with permission"