Conversation with Borga Kantürk, Didem Yazici, 2011



Conversation with Borga Kantürk, Didem Yazici, 2011

In his current solo exhibition, Borga Kantürk attempts to produce a new space in the art gallery through objects such as  photo-print on wood, and mini portable slide projector. All the objects in the show are well-selected in order to reminisce a cafe construct. Anyone who likes to testify the changes in histories of spaces and anyone who likes to be  caught up by yesterday and 70s spirit should see the exhibition.

Interview by Didem Yazıcı

The objects in the exhibition evokes nostalgic images such as an old film scene, or a song that you remember the melody but never the lyrics, or a memory of an old vacation to a little seaside town.This nostalgia here, refers to urban transformation and historical consciousness with undidactic way. Rather than an art gallery, it makes the audience feel like they are in a cafe.

The Exhibition is open for an emphaty, and there is no clear end to it. I consider the exhibition as a process in itself. I avoided the art works to have a definite message. Well, there is a conception but it is related with effort for creation. The atmosphere of the cafe is relevant to questions such as “why do you go to a cafe? What is the reason to go to a cafe?”
When you go to a cafe by yourself, probably you like to remember that place or you are attached to it, or you like to concentrate on something, or you might also let yourself go.. At that point, it is almost impossible to get any solution, you just spend some time there and you simply feel peaceful just to be there. Even though, you cannot find the receipt for your peace, you stil keep going to that cafe. I wanted to lead the exhibition audience to these feelings together with myself. I do not know the end, it is an on going process and the traces here are part of this process.

Your works have a sort of serious researcher sense and documentarism; on the other hand there is a humour when you’re reproducing an object or a situation. Can you talk about this contrast, how does it function?

Documentarism and record keeping is connected to discover my obsession of collecting. In first place, I discovered it when I was curating and I used it; later on I also started to use it form my own art practise. The humour there is not a fictional one. That is to say, there is no social gestures or any overturning taboos. I love the humorous situations as in Woodt Allen’s films: It is never so obvious but it makes you smile. I want to make people feel like ‘I am aware, but stil I keep doing it silence – to live, to survive, to be cared and etc.

You choose to desing the invitation as a part of the exhibition. Can you talk about that?

Invitation refers to ‘Cafe Recordis’, I designed it as a coaster. My dream is to see this art works to be installed in a new  bar, cafe or a pub.
Your approach to the concept of ‘nostaljia’ seems to be the main decisive and motivation..

It is a little bit about getting capitalized..  to lose the sense of handing, I mean literally. For instance, an object for music: you can handle and touch the cassette; but with mp3 file it is impossible. In that case, there is no object, just consume and leave. There is no real effort there.
Mp3 has meanings and efforts in its own right fort he next generation.

What exactly concerns me here is the loss of object whic is not common in Europe for instance. In The Balkans or Dubai, it functions same as here. It is not possible to g oto a cafe from 1940s. Well, when you go to the place just after a year, you encounter a totally different content within the same place. In regards to this, the exhibition is about making a claim to your memory.

The exhibition is open till June 4th, 2011 in Gallery NON, İstanbul.

Didem Yazici - Borga Kantürk - Cafe Recordis, 2011


Sergi öncesi söyleşi: 
Didem Yazıcı

Borga Kantürk, son sergisinde ahşap üzerine fotoğraf, mini elde taşınır slayt göstericisi gibi nesnelerle sanat galerisi içinde yeni bir mekan üretiyor. Sergideki tüm objeler, kafelerdeki obje kurgularını hatırlatmak için özenle seçilmiş.1970’lerin nostaljisini yaşayıp, mekanların tarihinin değiştiğine tanıklık etmek isteyenler sergiyi mutlaka görüp, deneyimlemeli.
Sergindeki nesneler, yeniden canlandırılmak istenilen eski bir film karesi, melodisini mırıldanıp sözlerini hatırlayamadığımız bir şarkı, ya da sanki yıllar önce yaptığımız kısa bir tatilin anılarını çağrıştırıyor. Buradaki geçmişe özlem, kentsel dönüşüm, tarih ve bellek bilincine atıfta bulunuyor; ancak seyirciye dikte etmeyen, sanat galerisine değil, kafeye geldikleri hissini uyandırmayı amaçlayan bir kurguyla..

Empati açık sergide,net bir son yok. Nerede başlayıp bittiği tam olarak belirgin değil. Sergiyi bir süreç olarak ele alıp, işlerin mesajı belli olan bir kurgu içerisinde nesneleşmesini istemedim. Elbette bir Kurgu var ama bu daha çok atmosfer yaratma çabası ile ilgili. Atmosferi de kafeye neden gidersin mesela? gidiş sebebin ne? Sorusunun cevabıyla ilişkilendir.  Müdavimi olduğun bir kafeye yalnız gittiğinde, belli ki ya anımsamak istemişsindir, ya mekan ile ya da oradaki yaşanılan ile bağın vardır ya da kafanı dagıtmak için oradasındır. Tam net sonuç alamazssın "vakit geçirirsin" orada olmaktan huzur duyarsın" ama huzurun tarifini reçetesini bulamazsın, gene de oraya gidersin. Biraz bu hislere döndürmek istedim izleyiciyi (kendimle birlikte). Sonunu bende bilmiyorum. Sürecim devam ediyor buradaki izlerde o sürecin parçaları.

Çalışmalarında, araştırmacı ciddiyetinde bir belgeselcilik;  nesneleri yeniden üretirken ise benimsediğin bir mizah var. Nasıl çalışıyor bu kontrast?

Belgeselcilik-arşivcilik biraz biriktirme hastalığımı keşfetmemle ilgili. Bunu önce küratörlüğümde keşfettim, kullandım ama daha sonra sanat üretimlerimin içerisine birden girdi. Olaylarda mizah kurgusal bir mizah değil. Yani çok toplumsal jestler alaşağı edilen tabular falan yok. Woody Allen'in filmlerindeki ufak sahtekarlıklar gibi bir mizahi durumu seviyorum. Çok göze batmıyor ama gülümsetiyor. Farkındayım iyi veya kötu ama sessizce devam ediyorum (yaşamaya-direnmeye-korunmaya-v.diğerleri) hissini  yaşatmasını istiyorum izleyiciye-bana - hayata karşı.

Sergi davetiyesini, serginin bir parçası olarak ele alıp, kendin tasarlamayı tercih etmişsin. Bundan bahsedebilir misin?

Davetiyeyi sergiye adını veren ‘Cafe Recordis’ e atıfta bulunan bardak altlığı formunda tasarladım. Hayalim, ilgilenen birinin tüm bu atmosferi, muhteviyatı hep beraber alıp, açacağı bar, ya da kafenin içinde yeniden kurması..

Nostalji’ ile kurduğun ilişki, çalışmalarındaki dilin ana belirleyicisi ve motivasyonu olarak karşımıza çıkıyor..

Bu biraz ülkedeki kapital dönüşüm ile de ilgili. Tüm bu yeni süreç, hatıranın, belleğin yerini, hızlı tüketimi kışkırtan bir tüketimin alması  ile ilgili.  Nesneyi, tarihi ve atmosferi  ile  bütünen kabul etmek. Bu his değer kaybına uğradı. Örneğin, müzik, Plak, sonra Kaseti eline alırsın, ancak mp3’te böyle bir şey söz konusu değil, nesnesi yok, hemen ulaşabilirsin, beklemek ve sabır kavramlarına ilişkin bir özveri ve emek yok, onu almak için biriktirdiğin bir şey yok, aidiyet geçici artık, kendiliğinden silinebilr sen yerine yenisi hızlıca bir yerden geri yükleyebilirsin gibi. Çok uçucu.

Mp3, gelecek nesil için anlam ve emek ifade eden bir gerçeklik.

Tam olarak beni endişelendiren asıl şey, teminde dediğim gibi nesne kaybı. Avrupa’da çok yaygın olmayan bir şey bu, Ama  Dubai’de var örneğin..  1950ler'den bu güne kalmış bir mekana, kafeye gitmek pek mümkün değil gibi bu tip şehirlerde. Bizde de benzerleşiyor durum bir yıl sonra aynı adrese, mekana  gidiyorsun, bakıyorsun içerik tamamiyle farklı.Seni içeriye almıyor  mekan, uyuşmazlık, ya oturacaksın ya gideceksin, yerine oturacak başkası elbet  bulunacaktır. Bu anlamda sergi, ortak hafızaya, paylaştığın belleğine sahip çıkmanla ilgili.

Sergi, Galeri NON İstanbul’da, 4 Haziran 2011’e kadar izlenebilir.

kaynak: http://www.finansbankprivate.com.tr/tr-TR/Content/Details/sanat/sanat-soylesi/586/borga-kanturk-ile-soylesi

http://www.didem-yazici.org/

Cafe Recordis - 29.04.2011 - 04.06.2011 - Galeri NON



Cafe Recordis, Borga Kantürk, April 29 – June 4, 2011
Borga Kantürk’s third solo exhibition “Cafe Recordis” is the first comprehensive presentation of the artist’s work in Istanbul since 2005. The exhibition focuses on the journey of personal memories between different times and related objects that belong to social memory; and it has been formed on the basis of the randomly encountered and documented harbour and sea-shore images from cities Kantürk was invited to as an artist from 2005 to 2008.
The Latin word re-cordis, which Kantürk initially came across in Eduardo Galeano’s The Book of Embraces, and its Spanish equivalent recordar, mean to remember, but also to pass back through the heart.
Cafe Recordis offers the viewer a structure in which three different atmospheres are nested within each other. The design of the gallery entrance refers to a ferry harbour. This part of the exhibition is reserved for repetitions and objects. The image of an ambiguous and blurred ship and a harbour are at the forefront, and this section contains reproductions of everyday objects we may encounter in a cafe, like a tv screen, a music-box, a calendar, a clock and an ashtray. A mirror produced in reference to the snellen chart used by opticians and the repeated sentence “As you passed by the shore” sliding past on the led-screen (borrowed from the song ‘Gemiler/Ships’ as performed by Orhan Atasoy in 1993) are the key to our passage to the 2nd part of the exhibition.
In the second part based on the theme of “going down to the seaside.” This part features as part of the journey a wallpaper designed around the theme of The Cabin On Chicken’s Legs (or The Hut on Fowl’s Legs) (from a Slavic fairy-tale) going down to the beach on one side, and the photograph of a shanty-house built on the beach on the other. Between these two houses, emphasizing the themes of moving and settling, we encounter the painting of a dark-skinned boy, painted in warm tones, playing with a football on a Brasilian beach. This painting, a further step in Kantürk’s recent work focusing on the relationship between football and passion, orients us towards another work related to football, this time on the upper floor of the gallery. The 3 t-shirts hung out with pegs on washing lines strewn between the upper floor railings of the gallery, and the three drawings that complement them, bear witness to the football world’s relationship with politics and resistance via events from Brasil, England and Egypt.
The third part of the exhibition is titled “Promenade Street” and it points towards a time beyond all these moments that have been experienced. Intermediary events and remembrances refer to trips to seaside streets in summer resorts, to our dialogues with those silent heroes of literary works such as the seagull or the raven and to our solitary trips to the seashore.
Cafe Recordis is an imaginary cafe; however, in order to take a small step into reality, it has organized a radio programme. Once a week, professional radio show producers will design 45-minute programmes consisting of music related to and inspired by the images and atmosphere of the exhibition. The programme will be broadcast throughout the duration of the exhibition from a frequency to be announced.
Recent solo exhibitions include Tanıklık Mesafesi, Fransız Kültür Merkezi Sergi Salonu, Izmir, 2009; Revenge of Zidan, MASA, Istanbul, 2006; Medar-i Iftihar, İletişim Kitabevi Art Gallery, Izmir, 2001; recent group exhibitions include Trade Routes, Pi Artworks, Istanbul, 2011; Emploi-saisonnier, Sextant et Plus, La Friche, Marseille, 2010; Kasa’da 10.yıl, Kasa Galeri, Istanbul, 2010; Freefall, Apartment Project, Istanbul, 2010; Relative Positions and Conclusions, Suriye Pasajı, Istanbul, 2009; Accumulated: put aside, left aside…, 5533, Istanbul, 2009; Save As…, Triennale Bovisa, Milan, 2008; Punctre Tyre, K2 Art Centre, Izmir, 2007; Les Dessous Chic, Clermont-Ferrand, 2006; Check-in-Europe, EPO, Munich, 2006; Borga Kantürk & Ahmet Öğüt, Platform Garanti Contemporary Art Center, Istanbul, 2005; Lock your mind, Sox36, Berlin, 2004; Darkroom, Contitental Factory, Hannover, 2004; recent residency programmes include La Friche, Sextant Et Plus, Marseille, 2009; HIAP, Helsinki, 2005.
-
29 Nisan – 4 Haziran, 2011
Borga Kantürk’ün üçüncü kişisel sergisi “Cafe Recordis”, sanatçının 2005 yılından bu yana İstanbul’daki ilk geniş kapsamlı sunumu niteliğinde. Kişisel hatıraların zamanlar arası seyahatine ve toplumsal belleğe ait nesnelerine odaklanılan bu sergi, Kantürk’ün 2005-2008 yılları arasında sanatçı olarak davet edildiği çeşitli şehirlerde plansız bir şekilde karşılaştığı ve belgelediği kimi liman, sahil görüntülerinden yola çıkılarak oluşturulmuş.
Kantürk’ün, Eduardo Galeano’nun Kucaklaşmanın Kitabı’nda karşılaştığı recordis kelimesi anımsama, kaydetme gibi anlamları olan Latince bir kelime ve yazarın kullandığı İspanyolca haliyle recordar aynı zamanda da kalbi delip geçen (re-cordis) anlamına geliyor.
Cafe Recordis üç farklı atmosferin iç içe geçtiği bir kurgudan oluşuyor. Galerinin girişinin tasarımı bir vapur iskelesini ima ediyor. Serginin bu bölümü tekrarlar ve objeler için ayrılıyor. Ön kısımda silik, bulanık bir gemi görüntüsü ile karşı karşıyayız ve bu bölüm, tv, müzik kutusu, takvim, saat veya kültablası gibi bir kafeye girdiğimizde karşılaşabileceğimiz günlük eşyaların yeniden üretimlerine yer veriyor. Göz doktorlarından aşina olduğumuz snellen levhasını referans alarak üretilmiş bir ayna ve kayan led yazıda yinelenen “Sen geçerken sahilden” cümlesi (Orhan Atasoy’un 1993 yılına ait Gemiler şarkısının nakaratından ödünç alınmıştır) ise serginin ikinci bölümüne geçişimizin anahtarı niteliğinde.
Sahile inmek” temasını barındıran ikinci bölümde bir masal karakteri olan Yürüyen Ev’in (Slav mitlerinde geçen bir karakter) kumsala inişinin kurgulandığı bir duvar kağıdı, diğer bir tarafta ise sahile kurulmuş bir gecekondu fotoğrafı bu yolculuğa eşlik ediyor. Bu iki ev ile yapılan taşınma ve yerleşme vurgusu arasında ise Brezilya sahillerinde top sektiren esmer bir çocuğun sıcak renklerdeki resmi ile karşılaşıyoruz. Kantürk’ün birkaç yıldır süregelen futbol ve tutku ilişkisine odaklı çalışmalarının bir devamı niteliğinde olan bu resim bizi galerinin üst katındaki futbola ilişkin diğer bir çalışmaya yönlendirmekte. Galerinin üst kat pervazına asılmış iplere mandalla tutturulmuş üç adet tişört ve bunları tamamlayan üç çizim sayesinde futbol dünyası ile direnç ve siyaset kavramları arasındaki dinamiklere Brezilya, İngiltere ve Mısır’daki olaylar üzerinden şahit oluyoruz.
Üçüncü bölüm ise “Gezinti Caddesi” adını taşıyor ve tüm bu yaşanan anların sonrasındaki bir zaman dilimine işaret ediyor. Bu bölümde karşılaştığımız olaylar ve hatırlamalar, yazlık sayfiye yerlerinde yaptığımız gezintilere ve martı, kuzgun gibi edebi eserlerin sohbet ortağımız olan sessiz kahramanlarına atıf yapıyor.
Hayali bir kafe olan Cafe Recordis, gerçeğe dahil olmak adına bir radyo programı düzenliyor. Profesyonel radyo programcılarının sergideki imgeler ve atmosfer üzerine anımsadıkları, ilişkili buldukları müzikleri, haftada bir gün 45′er dakika boyunca dinleyiciler ile paylaşmalarını amaçlayan bu program, sergi süresince belirli bir frekanstan takip edilebilecek.
Sanatçının solo sergileri arasında Tanıklık Mesafesi, Fransız Kültür Merkezi Sergi Salonu, İzmir, 2009; Zidane’ın İntikamı, MASA, İstanbul, 2006; Medar-i Iftihar, İletişim Kitabevi Sanat Galerisi, İzmir, 2001; katıldığı karma sergiler arasında Trade Routes, Pi Artworks, İstanbul, 2011; Emploi-saisonnier, Sextant et Plus, La Friche, Marsilya, 2010; Kasa’da 10.yıl, Kasa Galeri, İstanbul, 2010; Serbest Düşüş, Apartman Projesi, İstanbul, 2010; Göreli Konumlar ve Kanaatler, Suriye Pasajı, İstanbul, 2009; akümüle: kenara konanlar, kenarda kalanlar…, 5533, İstanbul, 2009; Save As…, Triennale Bovisa, Milan, 2008; Punctre Tyre, K2 Sanat Merkezi, İzmir, 2007; Les Dessous Chic, Clermont-Ferrand, 2006; Check-in-Europe, EPO, Münih, 2006; Borga Kantürk & Ahmet Öğüt, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi, Istanbul, 2005; Zihnini Kilitle, Sox36, Berlin, 2004; Darkroom, Contitental Factory, Hannover, 2004; katıldığı konuk sanatçı programları arasında LaFriche, Sextant Et Plus, Marsilya, 2009; HIAP, Helsinki, 2005 yer alıyor.

röportaj / aralık 2010

Damla Akgül - Borga Kantürk ile röportaj:

Aralık 2010

Damla.Akgül :Çalışmalarınızda özellikle futbola yer verdiğinizi görüyoruz aslında sanatçıların çoğu genellikle toplum tarafından arkalara itilmiş, farkındalığımızın çok az olduğu konulara yönelirler sizin futbol gibi ülkemizde çok rağbet gören bir konuya eğilmenizin sebebi nedir?

Borga Kantürk : Bu soruda bir genelleme yapmışşınız. Sanatçıların aslında hangi konuya yöneldikleri değilde o konuya nasıl yoneldikleri ve o alanda ne şekilde farklı bir odak yarattıklari önemli bence. Futbol siyaset, tutku, bağımlılık, bağlılık, taraf olmak gibi türlü durum ve jestleri barındıran bir alan olarak duruyor. Bu alan uzerinden farklı sosyal kodlar ve gecişler bulmak bilinen dışında kalmış kimi hikayelere ve durumlara yönelmek beni cezbediyor. Yani sınıfsal anlamda da oldukca kapsayıcı bir bölge bu punk kültürü, ya da elit bir kanalı, sosyalizm tarihini, faşist idelojileri, cuntayı veya tutkuya iliskin bir aradalıkları buradan yorumlayabilirsiniz. Bunların hepsi futbolun tanıklık ettigi bir tarihte var. Turist Ömer icinde de futbolu bulabilirsiniz, Orhan Pamuk romanlarında, 12 eylül Türkiye siyaset tarihinde, Brezilya sahillerinde, Mussolini İtalyasında Liverpool'lu liman işcilerinin ya da St. Pauli'li anarşistlerin buluşma noktası olarak futbolu konu edebilirsiniz. Ama işte bu kelimeyi açımlayan içerik hepsinde elbette tek bir anlama sabit değil.

D.A :Diyorsunuz ki ‘Bulunduğun coğrafya ve yaşam koşullarında kendini kamusal ve kurumsal anlamda “gerçek olarak” tanımlayacak sigorta, kazanç ve statüye sahip değilsen, inatla bu alana karşı durarak, dışarısında kaldığın yerden bir şeylerin değişmesi adına çabalıyorsan, gerçeküstü ve muhatap olunmayan bir şeye dönüşebilirsin. Bir düş olabilirsin.’ Bu aslında bir kaç anlama gelebilir. Yani gerçek olmamak, düş olmak sistemi kabul etmeyen sorgulayan düşünen eleştiren bir varlık ya da diğer anlamla hayata tutunamayan statüsü, kazancı olmayan kimselerin sığındığı bir olgu? Tam olarak anlatmak istediğiniz nedir?

B.K : Burada kanımca, Türkiye'nin bugünkü liberal dönüşümüne ilişkin bir sıkıntıdan bahsetmek gerekiyor veya bunu sınıflar arasılık üzerinden kavramaktan. Yani siyasal olanın coğrafi ve etnik kodlanmayacağı ve bunun merkezleştirilmediğinden yerel dirençlerle bir yere oturtulabileceği bir yapının eksikliğinden. Orta sınıfın eridiği bir ekonomik yapı hakim. Bu yapı içinde orta gelirli bir sanatçı kendini ne derece var edebilir, ne derece bir network sağlayabilir, neyin siyasetine odaklanabilirsin? Derdim liberal sistemin arz ve talepleri belirlemiş ve serbestleştirmiş olması. Yani ilgilenebilecek bir konu uzerinde bir odak teşkil ediyorsan tüketilme şansın var. Tüketim alanını dolduracak donelerin varsa, statü kazanman ve destek görmen bir geri dönüş alman kolaylaşıyor. Ama bu liberalleşme iste belirsiz,tanımsız kalmış çok da herkezin odağı olmayacak bir üretim biçimine daha orta sınıf şehirli bir üretim biçimine düşünce pratiğine odaklıysa, yasama şansı giderek köreliyor azalıyor. Ya zenginleşmenin yolunu arayacaksın ya da etnisiteni keşfedeceksin. Ortalama halini koruyup genişlemen yayılman giderek zor bir hal oluyor gibi. Orta sınıfın tükenmesi bu kişilerin zevklerinin sosyalleşme çabalarının, gezinme dolanma ve yaşam zevki üretebilme çabalarının tıkanması ile ilgili gibi. Muhsin bey filmindeki Muhsin bey karakterinin yaşadığı sendrom gibi düşünün bunu. Biraz popüler kültür ve müzikte 80'lerle yasanan durum gibi contemporary art dedigimiz şeyde de 2007-2010 gibi bir tarih aralığında yaşanmaya başlıyor.

D.A :Bloğunuzdan takip edebildiğim kadarıyla hayatı sıkı sıkıya ciddiye alan, hani olur ya yapması gereken işleri olan insanlar, bugünün işini yarına bırakmayan, ciddi, olgun, sert eleştiriler yapmaktan sakınmayan; böyle biriymişsiniz hissine kapılıyoruz. Sanki karşımızdaki alışılagelmiş marjinal sanatçı ya da aktivist kavramını yıkan daha bizden hatta bir memur edası ile ve hayatı fazlasıyla ciddiye alarak da marjinal işler yapılabileceğini gösteren bir sanatçı. Siz nasıl tanımlıyorsunuz kendinizi, nacizane çıkarımlarım için ne söyleyebilirsiniz?

B.K : Hayatla ilgili, ayakta kalmaya ilişkin dertler varsa ve birileri bunu senin adına belirleyip tariflememiş, yürüyeceğin sosyolojik ve siyasal zemini aralığını açmamışsa ya da aileden gelen bir zenginliğin, mülkiyetin, rahatlığın yoksa zaten varolabilmek adına hayatı sıkı sıkıya ciddiye alıyorsun. Ciddiye almama alışkanlığın olsa da yaşın ve farkındalığın ilerledikce, zorla bunu oğrenmeye, araştırmaya kendi yolunu inşa etmeye çalışıyorsun. Taktikler önem taşıyor bu nokta da. Önceki sorunun yanıtında da dediğim gibi ben orta sınıfım. Orta gelir, orta tüketim değerleri, benim taktiklerimi de reflekslerimide etkileyen bir unsur olarak açığa çıkıyor. Sıfır noktasından başlamamış açlık sınırında olmayan bir ekonomik pozisyon, sehirli bir hayat tarzı ve kent içerisinde olmanın yarattığı yerel ve genel konumlar soz konusu. Sıfırda olsam marjinal olma durumu ve daha saldırgan olma hali, yıkım gücü daha yüksek bir tondan konuşuyor olabilirdim. Ya da burdan çıkmak yükselmek icin daha çok sıçrama yapmayı, kavgalar etmeyi, patlamalar gerçekleştirmeyi deneyebilirdim. Tamamen ortadayım neyi patlatayım, ya da nereye sıçrayayım? Sadece bulunduğum bölgeyi süpürmek, temizlemek ve yaşanır kılmak istiyorum. Ben biraz da akdeniz şehri insanıyım, duygusalım daha huzurlu bir alan açmak istiyorum. Kendi alanımı tarif edebilmek, bu alandan dolaşıma girebilmek, dag tepesi yerine, geniş deniz manzarasının yamacını tercih etmek gibi bir sey. Marjinalligin tarifi bu gun icin de tam olarak yapılabilirmi bilemiyorum. Bu donemde marjinal olmak heralde işaretlenmeden direnç ve varlik gösterebilme becerisi olabilir. Mesela 2010 da kultur baskenti İstanbul'u sanatçı olarak terk etmek, O zemine ait olmamayı, yapmamayı, fon almamayı tercih etmek gibi. Ancak marjinalligin parodisi yapilabiliyor bu belirlenmişlik içerisinde. Yani holywood'un para verip ürettiği bir filme bakarak hayran hayran Che'yi Benecio Del Toro performansı olarak izlemek gibi.

D.A :Bize biraz KUTU adlı projenizden bahseder misiniz?

B.K : Anındalık, mobilite hep benim için önemli oldu. Buna büyük kurumsala karşı mikro çatılar altında self-instiutional bir pozisyon kurmak ile lokalden açılan “mütevazi öneriler”, in diğer uluslar arası lokallerdeki benzerleri ile buluşturabilmek, küresel bütüne karşı yerel den yerele ulaşan bir yapı hedefi belki. Bu türde girişimlerimden birisi KUTU'ydu. Kutu taşınabilir sanat mekanı, işaretleme-izlole etme, kendi kendine kurumsallaşma, parazit yapı, mobilite gibi kavramlar üzerine bir jest refleks olarak 2001 yılında başladı. KUTU benim iç sanatçı-küratör fikrine geçişimi sağlayan, kollektif bir projeydi. Aslında taban olarak, 4 sanatçı bir mimar ve bir de tasarımcıdan oluşuyordu bu yapı. Sanatçılar kendi sanatlarını gösterebilmek için kendi mekanlarını üretiyor, üzerini kapatıyor ve izole ediyordu. Farklı mekanlara taşınabilen “kendine ait bir oda” fikrine odaklanıyordu.Bu proje 2001-2008 yılları arasında süre geldi. Yurtiçi ve yurtdışında prestijli sergilere yer aldı ve bir dizi sanatçının üretimleri için değişken mekanlar üretti. Bir bakıma onlara izlenebilmelerini sağlayacak nefes boşluğunu, izolasyonu sağladı

D.A : 'Merhaba iç sıkıntısı' adlı serginizde iletişim eksikliklerine dikkat çekiyorsunuz ve daha önce iletişim ile ilgili duyduğumuz söylemlere ek olarak bu eksiklikte kişinin kendi ile iletişimsizliğine de vurgu yapıyorsunuz. Bu iletişim eksikliğini özellikle insanın kendi içinde yaşadığı iletişimsizliği neye bağlıyorsunuz. Bu bağlamda son zamanlarda özellikle büyük kentlerde yaratılan etrafılı çevrili güvenlikli siteler için ne düşünüyorsunuz? Bu kişinin içsel,kendine benzer sınırlı bir sınıfla sanal bir güven yaratıp iletişimini arttırmaya çalışma çabası mıdır yoksa tam tersi kendini duvarlar arkasına çekip toplumdan kopması bir nevi iletişimsizlik arzusu mudur?

B.K : O sergi yapıldığında 2001 yılıydı ve o zamanlardan bu yana hayatımızda, Türkiye koşullarında da cok fazla değişiklik oldu. İletişim ve iletisim teknolojileri bu bir kültüre bile dönüştü kısa zamanda. Iletişimsizlik meselesine bugün icinden bakarsam, olay dijital dünya ile reel dunyanın cakışmasındaki içiçe varoluşdaki dengesizlikle ilgili. Bu dengesizlik ekonomik adaletsizlikleri de haliyle kapsamış oluyor biraz. Vadedilen sanal iletisim daha ucuz ve daha havalı ve daha da arsız. Ya da biz oyle sanıyoruz buna inandırıldık. Bunun haricinde iletişimsizlik biraz şirketlestirilmiş, iş gücü, kurumların yaptirim gücü, calisma zorunlulukları ile de ilgili. Yani bir telekominikasyon şirketi için geceleri ofiste çalışan, sokağı ile, akrabaları ile iletişim kurma lüksü olmayan, bunun icin ona bedava verilen bir 3g teknolojisi ile bu açığını kapamaya çalışan bir kişiyi düşünün. Bu kişi bu çağın, hayatını maddi açıdan kurtarmış, yırtmış kişisi.
Kalabalik sehirde boğuşmanın, bir yorgunluga dönüştüğü ve buradan kacma arzusunun negatif bir etkiyle tetikledigi kent yasantisi var bir tarafta. (Sanatçı bir arkadaşım, net bir geliri olmadığı için bir alışveriş merkezinde gece 22.00 a kadar kendi mesleği uzmanlığı harici bir alanda calışıyor ve 22.30 da evinde oluyor, haftanın bir gunu izin gunu var ve o gün harici neyle, kim ile ve ne ugruna bir iletisim kurabilecek düşünmek lazım. ) Büyük iş yerleri konuşmanın bile yasak oldugu şirketleşmiş bu yapıların,yerel esnafin yerini alması... Sokağın, park, deniz kenarı veya kamusal olarak özelleştirilmemiş, ticari bir bölgeye dönüştürülmemiş yerlerinin giderek azalması. Bu tip bazı yerlerinde giderek tekinsizlesmesi iletişimi kısıtlıyor. Taksim'de yılbaşı sokağa çıkamamak, Bir mayıs günü mahallende pencereden kafanı uzatamamak, Gülhane parkında piknik yapamamak gibi. Şehirli insanlar en rahat iletişim alanı olarak g-talk, chat, facebook gibi yerleri buluyorlar kendilerine. Burası hem daha ucuz hem de daha patavatsız bir alan.

Bu sizin bahsettiginiz mimari unsurlar, sitelere gelince: Kredi kartları çağının sunduğu bir alan gibi biraz da bu yaşam tarzı. Senin sahip olmadığın, ama oldugunu varsayarak harcadığın bir paranın varolduğu dünyanın konutları.Ömür boyu taksitle, (cebinizdeki olmayan haliyle) size vadedilen krediyle alabileceginiz bir konut, toki evi ya da bir sitedeki bir daire. Şehrin ortasında bir evi alma sanşınız böyle bir yerde küçük bir daire alma şansınızdan daha az. Bunun pahalı ve lüks versiyonlarını da kent kültüründen nasibini almamış, sonradan görme, bir anda zenginliğe ulaşmış bir kesim ya da şehrin dönüşümler geçiren ortamından tedirgin olan, ailesini o tedirginlikten, sınıfsal çatışmadan doğan şiddet ve tacizlerden korumak adına bu siteleri tercih eden bir kesim var. Paran kadar kurgulanabilirsin kısmı çok netleşir oldu. Özellikle 80 sonrası özgürleştirme vaadleriyle. Bu sitelerin, bankaların düşük faizlerinin kredi kartı taksitlerin makulleştirilmesi ve bunların mülki değerlerin olmazsa olmaz olarak ortaya atılmış olması malesef yaşamı standardize ediyor ve bu standart duruş iletişim isteğini tüketip insanları daha da izole ediyor. Bu noktada söz ettiğin iletişimsizlik arzusu bence insan merkezli değil, devlet merkezli kurum merkezli, bir yapı ve giderek de ekonomisi tamamen paraya endeksli bir paylaşım alanına dönüşüyor. İletişimin bile sektöründen söz ediyoruz artık. Basit bir ornek parkta simit yerken buluştuğum bir arkadasımla denize karşı sırt çantamdaki termos içerisindeki kahveyi paylaşamiyorum 3-4 yıldır. Çünkü o daha öncesinde oturduğum bankin yanı başında bir kafe kurulmus ve sandalyeleri ile benim oturacağım bölgeyi işgal etmiş. Her 15dakikada orada vakit geçirmek için illaki bir birseyler tuketmem ve satın almam gerektiğini, en masumane ifadesiyle çay arzu edip etmedigimi soran bir müesse duruyor. Artik o bölgeyi ya terketmek ya da onun sunduğu nimetleri yapacağım ödemeler karşılığında tüketmek zorundayım. Yönetimlerin belirlediği küçük bir alanın paylaşımı ve iletişim üzerindeki etkisi işte.

Mahalle, Ortak şeyleri olmayanların birbirlerine geçiştiği bir alandır. Sivil ve kamusal paylaşımın olduğu bir yerdir aslında sokak. En azından eskilerde böyleydi. İletişim bu beraber yaşama şansından rutini, ayakta kalmayı birarada başarabilme yetisinden çıkardı. Orta sınıfın varlık gösterdiği yıllar. Şimdi bu yokoldu. Yeni bir iletişimden söz etmek zorundayiz artık. 3g yakınlaştırır ama postaneye gidip kart alacağın memur ile olan iletişimini de tamamen yok eder. Rastlantısal ve suprizlere gebe bir iletişim önyargıları da eritir diye düşünüyorum.

D.A :Bir söyleşinizde Doğan Doğan’ın kıyafet ve kıyafetin insanı biçimlendirmesi üzerine yaptığı çalışmadan bahsetmişsiniz. Küreselleşen dünyada gitgide maddeye ve nesneye göre anlam buluyor olmamızı nasıl yorumluyorsunuz?

B.K : Keşke nesneye daha fazla değer verebilsek. Biz nesneye ve maddeye eskisi kadar değer bile veremiyoruz ben tersini düşünüyorum. Değer verdigimiz şey o an için o şeye sahip olabilme duygusu veya o duyguyu bir nesne madde ile gosterebilme. 2 yilda bozulan bir telefonu yada pili şişen, kabloya mahkum olacak bir apple harikasını bir değer olarak göruyoruz. Bundan 4 yıl once fotoğraf çeken telefon ya da turuncu beyaz bir Imac derdimizken şimdi metalik bir macbook teknolojisi veya 3G bir telefon derdimiz oldu. Madde ye anlam bulsak 80lerden kalma kasetlerimizi çoğumuz atmazdık ya da evimizde annemizden babanemizden kalma eski 45likler olurdu. Onları Issız adam filmi moda olduktan sonra yüksek fiyatlara yeniden, geçici bir hevesle almaya çalışmazdık.

D.A :İzmir’den sözederken tavrınızda hem bir İzmir hayranlığı hem de İzmir’e üstten bir bakış seziyoruz. İzmir’le inişli çıkışlı dargın-barışık bir haliniz var diyebilir miyiz?

B.K : Şu an yaşadığım Izmir'e hayran degilim. Hatta bazen çok sıkılıyorum şehrin içinde bulunduğu durumdan. Ama sehirden ve coğrafi pozisyonundan nefret etmiyorum. İnis çıkış evet mevcut, yaşamımla özdeşlestirdiğim bir sey belki de İzmir'de olma durumu. Izmir'i Türkiye'nin Cumhuriyetci ve kimi yerde muhafazakar bir kale ya da gavur İzmir olarak kodlayan bir anlayış değil derdim. Akdenizli sanat mümkünmü o bolgenin yavaş ve sakin direnci ile bir okuma üretme yaşam tarzı geliştirebilirmiyiz biraz derdim o benim. Bu tarz bir işaretleme okuma farkı çeşitlilik olarak şimdinin liberallesen Türkiye sanat ortamında mümkün olabilir mi bunu bilemiyorum . İşte herşey var ortada, herkeze para var, ama bu para, bu alan tam ortada, merkezde. Uzana biliyorsan al deniyor. Uzanmadan küçük işletmeler olarak hayatı sürdürmek mümkünmü ona bakmak. Yani bir adada kurulan bir pazarda o adanın yerlisinin yaninda komşu baska adalardan gelen, farklı kültür ve bölgesel değerlerin birarada çok da pahalı olmayan bir standartta sunuldugu bir yapı düşünün. Bir de her yere aynı formatta kurulmuş her türde kahve ürettiğini söyleyen, bu kültürel değerlerin tümünü kapsadığını iddia eden bir marka var. Bu markanın kapsadığı sınırlar ve lezzetler olarak paylaşıma girmek makullestirilmiş olanı. Sanat piyasasinda var olup biteni buna benzetiyorum.

D.A :İzmiri yaşayan bir sanatçı olarak İzmir’de sanat yapmayı ve İstanbul’da sanat yapmayı avantaj ve dezavantajlarıyla kıyaslayabilir misiniz?

B.K : Izmir'de üretim göstermek problemli. İstanbul'da ise üretebilmek problemli. İzmir sakinlik ve durgunluk sağlıyor. Bu bazen delirtici bir dinginliğe, bekleme süreçlerinde uzun aralıklara ve muhattapsızlığa dönüşüyor. İstanbul'da ise iletişimden boğulup kendini ve günü tüketip izole olamamak ve farklılaşamamak, kendine dönememek gibi bir sorun var. Sürekli yer değistirebilmek en guzeli.

D.A :Hayat bakışınızı yönlendiren ve çalışmalarınıza kilit oluşturan bir temel fikir çatınız ya da felsefeniz var mıdır? Nedir?

B.K : Farkedebilmek, dönüştürebilmek, müdahale edebilmek, önemli jestler benim için. Ama bunlari açıklarken sanırım çok net bir temel yanıtım yok. Yaşamsal jestler önemli benim icin, bir çesit 60lar kavramsal sanatının yaşamı içine alan, soluyan jestleri. Bu günlerde bize romantik gelen varoluş biçimleri. Bunun bir illüzyon olarak hayata enjekte edilebilme girişimi veya hayatın içinden bir yerden özel bir anın, durumun bulunup çıkarılabilmesi, dönüştürülebilmesi. Tutkulu olma halinin, tavırlarında ortaya koyduklarınla hayata mudahale edebilme çabası.

Bu Blogda Ara

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası
"Maps courtesy of www.theodora.com/maps used with permission"