Biriktiriciler aramaktan usanmazlar * Özge Ersoy / Borga Kantürk

 * Bu söyleşi ilk olarak Biriktiriciler aramaktan usanmazlar başlığıyla FULL Art Prize 2012 kataloğunda yayınlanmıştır.



















Söyleşi: Borga Kantürk – Özge Ersoy

Özge Ersoy: Borga, çizimlerin hakkında bir soruyla başlamak istiyorum. Son dönem çalışmalarındaki desenlerin, bulduğun ve biriktirdiğin fotoğraflardan, dijital görsellerden, gazete kupürlerinden yola çıkıyor. Öteki Zidane (2010) isimli enstalasyonunun merkezinde, 1980’lerde Cezayir Milli Takımı’nda oynayan futbolcu Djemal Zidane’a dair ürettiğin çizimler var. Safları Sıklaştırmak (2009-2011) için sahalarda ve tribünlerde belgelenen, direniş ve mücadeleyi konu alan pankartları, formaları, oyuncuları çizdin. Yaz Deftere’de (2012) ise Hrant Dink’i kırmızıyla, Lefter Küçükandonyadis’i maviyle, Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde boynundan vurularak öldürülen Festus Okey’i siyah renkle resmettin. Bu çalışmalar için topladığın belgelere müdahale ederek onları baştan yarattığını, dolayısıyla elindeki belgeyi kişiselleştirdiğini söylemek mümkün. Bir yandan, çizimlerinle konu aldığın kişilere biat ettiğin düşünülebilir. Diğer yandan da, el emeği ve yavaş üretimi tercih ederek kendine ait bir söylem yaratıyor olabilirsin. Çizimlerinle kurduğun ilişkiden bahsedebilir misin? Bu ilişki bahsettiğim çalışmalarında farklılık gösteriyor mu?

Borga Kantürk: Çizim yapmak, konu aldığım kişiye veya olaya yakınlık duymak, bunlarla empati kurmak demek benim için. Bu mantıkta üretmeye 2008’de başladım. Pratiğimin küratörlük ve sanatçılık arasında gidip gelmesinin bu üretimle yakın bir ilişkisi olduğunu söylemem gerekiyor. Bir yandan küratörlüğün çalışma pratiğinden gelen, sözlü tarihin ve kayıt dışı olanın tarihsel araştırmasını yapma ve arşiv oluşturma dürtüsüne sahibim. Diğer yandan ise sanatçı kimliğimle bir tanık veya anlatıcı rolü üstlenerek bu arşivi izleyiciye iletmekle ilgileniyorum. Sanatçı olarak yapmak istediğim, yakınlık duyduğum durumları ve süreçleri ele almak ve bunların sınırlarını bulanıklaştırmak. Kalem ve kağıt en sade ve en insani kayıt tutma aracı bence. Notlar alan, kayda geçiren ve yorumlayan bir yazar olmaktansa çizerek belgelemeyi tercih ediyorum diyebilirim.

Belgelemeyle ilgili takıntım 2001–2002’den beri var aslında. Eskiden kendi evraklarımı yeniden üretirdim; resmederek, çizerek veya üzerlerinden geçerek. Bir sergimin afişini elle belgeleyerek başladım bu sürece. Daha sonra karbon kağıdı kullanmaya karar verdim. İz bırakırken, üzerinden geçtiğim şeyin altta nasıl çıkacağını görememekle ilgileniyordum. Bu mantıkla günlükler ürettim. Bugünlerde ise bu izlerin statü, devlet ve bürokrasi ile ilişkisi üzerine kafa yoruyorum. Tarihsel hafıza nasıl kayda geçiriliyor, kaybediliyor veya kayıt dışı bırakılıyor? Karbon kağıdı statünün bir simgesi. Kırmızı, mavi ve siyah renkleri de burada önem kazanıyor. Devlet dairelerinde kullanılan, resmi mekânı ve ideolojiyi temsil eden üç rengin tükenmez kalemler, damga-mühürler ve karbon kağıtlarıyla ilişkisiyle ilgileniyorum.

ÖE: Çizim tekniğini kullanarak müelliflik fikrini sorguluyorsun aynı zamanda. Yeni, yepyeni bir üretim yapma dürtüsüne karşı durma, daha sakin, düşünsel bağlar kurma derdin var sanki.

BK: Çizim konusundaki fikirlerim 2005’te katıldığım Helsinki Misafir Sanatçı Programı’nda şekillendi. Bu dönemde her gün bir çizim yaptım; çizimlerim bir eyleme, bıraktığım izlere dönüştü. Süreci, gün gün ilerleyen bir bütünü vurgulamaya çalışıyordum. Bu aynı zamanda bir tür aidiyet sorgulaması benim için. Ancak tekil ve eşsiz bir üretim yapma hissi söz konusu değil. Daha ziyade On Kawara’nın yaşanan günü işaret eden işlerindeki duruşa yakın gibi. 
Borges’in Babil Kitaplığı adı altında derlenmiş bir antoloji/arşiv çalışması var. Kısa öykülerden seçkiler yapan bu proje bir anlamda Borges’i işaretliyor, onun bakışını ifade ediyor. Bu kitap dizisindeki öykülerin çoğunu önceden biliyoruz aslında. İçinde Poe da var, Melville de… Borges’in neden bu güzergâhı, yan yanalığı ve biraradalığı üreterek bize böyle bir bütün sunmak istediği sorusu heyecan verici geliyor bana. İşaret eden ve izleri takip eden birinin yol göstericiliği var burada. Farklı zamanlardan gelen tüm bu küçük anlatıların, parçaların belli bir zaman aralığında bir seriye, mekâna dönüştürülmesi adına sarf edilen özverili bir çaba bu. Buradan çıkışla, editörlük yapan, derleyen, arşivleyen, tanık olan, koruyan, saklayan ve sakladığını paylaşan bir sanatçı modeli kurguluyorum kendim için.

ÖE: Çizimlerini ve arşivini mekânla ilişkilendirmek sıkça başvurduğun bir yöntem. Öteki Zidane’daki çizimler, özel ürettiğin bir duvar kağıdının üzerinde, kırmızı-yeşil-beyaza boyadığın plastik sandalyelerin karşısında sergileniyor. Safları Sıklaştırmak’ta ise çizimler güneş formunu çağrıştıracak şekilde diziliyor; bazı enstalasyonlarda Brezilyalı futbolcu Socrates’e referanslı neon bir yazıyla –“um coracao, um corpo, um sol” (tek yürek, tek vücut, tek güneş)– beraber görülüyor. Başka bir deyişle, çizimleri tek başlarına sergileyeceğine onları enstalasyonların parçası olarak kurguluyorsun. Desen-mekân ilişkisini nasıl kurduğundan bahseder misin? Bu tercihinle belgelerle arandaki kişisel bağı vurguluyor olabilir misin?

BK: Derdim atmosfer yaratabilmek. Sergi mekânı eninde sonunda içinde yaşanan bir alan. Hele dış mekânı da bu kurguya, işe dahil ediyorsan... Bu dış alanın, kamusallığı senin müdahalen dışında yaşanan, hafızası olan bir mekân olduğunu zaten yadsıyamazsın. Atmosfer ve oda gibi bir özel alan yaratma fikri kitap ve günlük olarak tasarlanan işlerde de var. Kitap, başı ve sonu olan bir süreç ve o sürecin kapladığı bir hacim var; kurgu ona göre şekilleniyor. Kitabın kamusalla ilişkisi kafede veya kütüphanede onunla iletişime girdiği zaman şekillenmeye başlıyor. Bu çizim işleri bazen kitaplaşsın diye, bazen de bir mekân enstalasyonu olarak kurgulanıyorlar. 

Bu noktada küratöryel çalışmalarımla da bir ilişki kurabilirim. 2002’de kurduğum KUTU Taşınabilir Sanat Mekânı da kendine bir alan yaratmak, daha sonra o alanı diğer bir mekâna adapte etmek derdindeydi. İçerisinde sanat işlerini sergilemek, bunu yaparken sanatçıların üretimlerine, söylemlerine korunaklı, işaretlenmiş bir bölge, bir alan yaratmak, bir çeşit izolasyon sağlamaktı arzum. KUTU, sanatçı için ise “kendine ait bir oda” üretmek gibi bir fikirden yola çıkıyordu.

Enstalasyonlarımda da sınırları özenle çizilmiş, işaretlenmiş bir ara bölge yaratma ihtiyacı duyuyorum; bir müze kesiti veya bir sahne gibi. Bu tür bir kurguda, bu belge niteliği taşıyan ama kişisel müdahale görmüş üretimler, gazetelerde veya kendi başlarına sadece bir olayı, durumu işaret ettikleri halleriyle yer alıyorlar. Arşivi veya bir külliyatı düşünelim: Bir bütünün parçaları gibi olmaya daha mesafeliler, ayrıştırılmış ve tekler. Zamansal dizgeden koparılmışlar; tek bir tarihi gerçeklikten, belirsizliği de çağrıştıran bir anımsamaya, anımsatmaya dönüşmüşler. Ben bu üretimlerin birleştirici bir atmosfer içerisinde sunulmasını tercih ediyorum. İşin küratöryel ve editoryal tarafı işte bu noktada devreye giriyor.

ÖE: Biriktirme ve arşiv oluşturma dürtüne geri dönelim. Araştırmalarının kapsamı ve ciddiyeti düşünüldüğünde belgeselci bir tavrı benimsediğini söylemek mümkün. Sosyal bilimci titizliğindeki arşivciliğine rağmen didaktiklikten sakındığın gözden kaçmıyor. Belgelerle olan ilişkin toplama sürecinin farklı safhalarında nasıl değişiyor? Ne zaman toplamaya ara verip müdahale etmeye karar veriyorsun? Müdahaleyi yaparken neyi vurgulamak önemli senin için?

BK: Üretimlerimde süreci vurguluyorum. Bu yüzden dağınık ve çok parçalı kurgular ortaya çıkabiliyor işlerimde. Toplayıcılık fikriyle çocukluğumdan beri ilgileniyorum. Farklı zamanlarda çıkartma kitabı, kaset, müzik albümü ve sergi davetiyesi gibi birçok nesne biriktirdim. Bunların bellekle olan ilişkisini ve sürekli değişen bir toplama sürecini öne çıkarmak istiyorum. Bu sürecin sergilenecek kurgulara dönüşmesi ile ilgili çalışmalara ise, toplama ve araştırma hali beni çok sıkıştırdığında, bulduğum nesnelerden ve belgelerden ötürü kıpırdayacak halim kalmadığında başlıyorum. Bu durumu eskici dükkânlarındaki sıkışma ve görünürlüğü yitirme haline de benzetebilirim. Zihnim, harddiskim, masam dolup taştığında toplamayı bırakmak, eksiltmek, müdahale etmek istiyorum. Biriktiriciler aramaktan usanmazlar; sezgilerini bulmak istedikleri şeylere yöneltip toza bulanmaktan alıkoyamazlar kendilerini. Benim de “bitti, evet” ya da “e hadi artık ama, sergileyeceğiz” dediğim anlar oluyor. Bu yüzden tamamlanmış bir aktarım, yapıt ya da görsel ürün gösterdiğimi söyleyemem. Önceliğim daha ziyade araştırma sürecini vurgulamak, buradan çeşitli kayıtlar ve yorumlar sunmak. Hikâyesi olmayan tarihsel bir belgenin kuru ve mutlak hali bana sıkıcı geleceği için onunla oynuyorum belki de.

ÖE: Seyahat haline dair topladığın görseller aklıma geliyor bu noktada. Sayfiye Raporu (2011) isimli çalışman, İzmir’de çektiğin fotoğrafları eskiden bu şehirde yaşayan bir yazarın çağrışımsal metinleriyle bir araya getiriyor. Galeri NON’da gerçekleştirdiğin “Café Recordis” (2011) sergin ise gemilere, sahillere göndermeler yaparken bekleme, gezme eylemlerini kurcalıyor. İki çalışma da çevresel dönüşümler ile kişisel değişimler arasındaki bağları düşündürüyor bana. Seyahat hali, aidiyet, anımsama, nostalji kavramları bu işlerde nasıl birbirine bağlanıyor senin için?

BK: Huzursuz bir gezinme hali bu. Bu durum edebiyattaki örnekleri çağrıştırıyor bana. Fatih Özgüven’in tavsiyesiyle Antonio Tabucchi okumaya başlamıştım; oradaki ruhsal ve bedensel gezinme halinin işlerimle bağlantısı var diyebilirim. Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirindeki veya İlhan Berk’in “Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum”undaki gibi bir iç sıkıntısı ile düş ve gerçeklik arasında yola çıkma eylemini sorguluyorum. Gezerken tarih ve zaman akışını sürdürüyor; tanıklıklar devam ediyor. Bu durumu sosyolojik bir kazı işlemi veya zihinsel arkeoloji olarak okumak da mümkün. Geçmişteki olayları şimdi yaşananlarla toplumsal ve ideolojik olarak karşılaştırmak bu iç sıkıntısını daha da artırıyor. Kendimi giderek daha fazla yanlış zamandaymışım ve yanlış insanmışım gibi hissediyorum; toplumsal, kentsel ve daha birçok tür dönüşüme ayak uyduramadığımı, iletişimden kopup huzursuzlaştığımı düşünüyorum. Çalışmalarım da böyle bir ruh halinin eseri olarak ortaya çıkıyor. 

ÖE: Son olarak “Hasta ile Bina” (2012) sergine değinelim. Bu sergide kişisel dönüşümlere farklı bir açıdan yaklaşıyorsun; bellek ve nostaljinin yerini tektiplik, kayıtsızlık ve zamansızlık alıyor. Bu çalışmanla birey ve mekân arasındaki ilişkiyi başka bir gözle ele aldığını söyleyebilir miyiz? 

BK: Bundan önceki sergim “Café Recordis” askerlikten dönüşüme denk geldi; geçmişle, hafızayla gezme, kıpırdama ve özgürleşmeye dair bir ruh halinin yansıması olarak ortaya çıktı. Hem bir ruhsal geçmişi değerlendirme seyahatiydi, hem de adımlayabiliyor, hareket edebiliyor olduğumu gösteren bir seyahat. Liman, sahil ve sokak gibi ara alanlar vardı.

“Hasta ile Bina” ise biraz gezmenin sonrasındaki geri dönüş ve kapanma ile ilgili. Özellikle zaman kavramına ve zaman-insan ruhu ilişkisinin bürokrasinin işleyişine ve kamu binalarına bulaştığı süreçlere odaklanıyor. Kurumsal zamanın geçmek bilmeyişi ile rutine gömülen, kişiye ait zamanın başı-sonu belli değilmişçesine yıllarca devam etmesi, tükenmesi arasındaki çelişki ilgimi çekiyor. Bahsettiklerim, aynı şeyleri yapmaya hangi gün başladığının bilgisini kaybederek (daha dün gibi) tekrar tekrar yaşama hissiyle de alakalı. Bu sergi bir otoportre olarak da görülebilir; mekâna ve mekânın içindeki kişiye bakıyor çünkü. Perili ev ve labirent temalarından yola çıkan edebiyat ve sinemaya göz kırpıyor; aynı zamanda da modernite ile kurumsallaşma arasındaki bağları kurcalıyor. Daha sıkışmış ve kasvetli bir dolanma hali mevcut. Bu sergi dış çeperleri sistemli bir ağ ile örülmüş, yavaş akan zamanın öldürüldüğü bir yerde gezintiye çıkma ve bir kaçış noktası arayarak direnme fikrine odaklı bana göre.

Hasta eden Binalar*- Çiğdem Zeytin

* Bu yazının kısaltılmış versiyonu ilk olarak İCE Magazine 9. sayıda yayımlanmıştır.
(Aralık 2012)



Hasta ile Bina, Sergiden Görünüm, Galeri NON,
 25 Eylül - 3 Kasım 2012, Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu




Hasta eden Binalar
Çiğdem Zeyin

Borga Kantürk insanın bulunduğu mekanla ilişkilendiği süre içinde bilinç üstü ve bilinç dışı yolculuklarına değindiği Cafe Recordis Sergisi’nin ardından Eylül’ün ikinci yarısında gerçekleşmekte olan ikinci sergisi ile başka bir mekana odaklanıyor: Devlet binalarına.

Sergiye adını veren “Hasta Bina” teması adını, Dünya Sağlık Örgütü (WTO) tarafından 1984 yılında resmi olarak adlandırılmış bir hastalıktan, “Hasta Bina Sendromu”ndan (Sick Building Syndrome) [HBS] alıyor. Kısaca özetlenirse HBS, kişinin çalışma alanı (genellikle ofis ortamları) ile ilişkili şikâyetlerinin bileşkesi olarak tanımlanıyor.

Sergiyi gezmeden önce Hasta ve Bina temasının aklımda ilk uyandırdığı çağrışım faşizmin binalarına yönelik oldu. Tıpkı serginin temasında ifade edildiği gibi insanı hasta eden bir sistemin inşa edilmiş meşruiyetlerini temsil eden faşizmin binaları da gün içinde ağırladığı sayısız insanı, içerden dışarıya hareketleri esnasında bazı şeylere maruz bırakır. Sizce bir bina bir insanı baskıya maruz bırakacak bir iradeye sahip midir ya da nasıl olur da sıradan bir taş yığını bir insanın üzerinde baskı yaratabilir?

Gündelik hayatımızı kuşatmış olan pek çok detayda olduğu gibi etrafımızı kuşatan habitat içinde dahil edildiğimiz sistemin bize dayatmaları olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Binalar, insanlığın yüzyıllar boyunca maruz kaldığı, dahil edildiği ya da kendi elleriyle inşa ettiği sistemleri medeniyete dönüştüren ikonik metaforlar olarak tanımlanabilirler. Babil’in Asma Bahçeleri’nden, Colosseum’a, Nazi Almanya’sının tasarlanmış şehirlerine ve Panopticon’a kadar pek çok örnek verilebilir. Gücün ve iktidarın, refahın ve zenginliğin temsili olan binalar gündelik amaçlarından çok daha fazlasını temsil ederler. Bu noktada tam da karşı kutba geçip ideolojik dönüşümleri de  göz önünde bulunduruyor olmak doğru olur. Tarihsel akış içinde çeşitli ideolojilerin temsillerine maruz kaldığımız binaların pek çoğu günümüz dünyasında içeriksiz birer yığına dönüşerek kimliksizleşiyorlar da.


Hasta ile Bina’da çalışılan binanın merkezinde geçirilen zaman ve bu zamanın belirsizliğine odaklanılmış bir kurgu söz konusu diyor Kantürk. Dört bölüm halinde kurgulanmış olan sergi gündelik yaşamımızın akışına göre sıralanmış.

Sergi alanını uygun kurguyla gezdiğimizde rutin bir çalışma gününün başlangıcındaymışız gibi hissedebiliriz. Zira sergi alanına girdiğimizde bizi öncelikle çalışma alanımızı içinde barındıran binaya yaklaştığımız çevre karşılıyor. Evet, her gün arşınladığımız yolların temsillerinden geçerek binaya doğru yaklaşıyoruz. Yeni bir güne uyanır gibi topraktan yükselen bina küçük bir uyanış halindeymişçesine bizi bekliyormuş gibi görünse de içine girdiğimizde varlığıyla varoluş biçimlerimizi tanımlayacak olan bina bize biraz soğuk, biraz ruhsuz geliyor. 

Borga Kantürk’ün binaya girişimiz öncesinde bizi binaya yöneltirken ki tavrı ve üslubu binanın içindeyken ve bina dışına çıktığımızda da bizlere bulunduğumuz anı olumlamaya çalıştığımız kaçış noktaları verir şekilde kendini gösteriyor. 

Kaçış noktaları hayatımızın büyük bir bölümünü kaplayan küçük detaylar. Merkezinde yer aldığımız mekanların ortasında sıkışmış olduğumuz anları esnetebilmek için kaçış noktalarına ihtiyacımız var. Sigara odaları, kafeterya, fotokopi odası, teras, yangın merdiveni, bizi tuvalete götüren koridor...  Gün içinde bulunduğumuz binadan çıkıp kendi gerçekliğimize, kendi dünyamıza gidebileceğimiz alanlar, pencereler ve objeler yaratırız.  Kendimize gerek düşünsel, gerekse fiziksel kaçış noktaları yaratarak bina içinde binanın tanımladığı var oluş biçimlerimize yönelik algımızı manipüle ederiz. Kendi kendimize kurguladığımız zihin oyunları, kaçış noktalarından esinlenir. Yangın merdiveninde içtiğimiz sigaramızın dumanını göğe üflerken, gökyüzünün bir ucuna takılan gözümüz bizi binadan çıkararak başka bir dünyanın varlığını müjdeler.

Borga Kantürk’ün Hasta ile Bina çalışmasında gördüğümüz önemli detaylardan biri de budur. Bina ile ilişkimizde ruhumuzu hasta eden bütün kalıpların dışına çıkmak için attığımız adımlara ve hamlelerimize işaret eder. İşaret ettiği bu durum bina ile ilişkimizde binanın dışındayken içinde olduğumuz yerin neresi olduğunu sorgulatırken, içindeyken gedikler bularak kaçtığımız binanın dışındaki dünya arasında sıkışan varlığımıza dair bir resim sunar.

Uzayan saniyeler, kısalan saatler...
Sonsuza uzanan bir koridorda ilerliyoruz, gideceğimiz yer idari oda ya da başka bir oda olabilir  fakat bizi bulunduğumuz yerden diğer noktaya götürecek olan koridor uzun, ıssız ve bitmeyecekmişçesine karşımızda uzanıyor. Çalıştığımız binalarda bir yerden bir yere geçişimizi sağlayan ya da bir başka odaya geçmeden önce bizleri ağırlayan koridorlar binanın içinde yaşadığımız zaman algımıza dair çeşitli yanılsamalar yaratırlar.

İçeriye girmek için bekliyoruz. Önünde durduğumuz odanın kapısını ve koridorun zemininde yer alan küçük mozaik taşlarını seyrediyoruz. Zaman uzadıkça uzuyor. İçeri ne zaman alınacağız, daha ne kadar bekleyeceğiz? Mozaik zemin genişledikçe genişliyor. Zaman genişledikçe mozaik zemin de genişliyor. Sonunda sonsuza uzanan bir uzay tasavvuruna dönüşen mozaik zemin, bizi uzayın ortasında bir yerde bir odanın önünde bekleme durumunda taşır hale geliyor. Sanatçı binanın yarattığı sanrılardan yeni dünyalar yaratan bireyin duygu durumlarına ve düşünce sekanslarına göndermeler yaptığı eserlerinde içinde çalıştığımız binayı basit bir ifade içinde tanımlamaktan öteye taşıyarak bina ile olan ilişkimizde katmanlar halinde genişleyen düşüncelerimiz ve duygulanımlarımızı öne çıkarıyor.

Peki binanın genelinden özeline bina içinde çalıştığımız ve bizim olan özel alana geldiğimizde bizleri neler bekliyor. Masamızın üstünde yer akan bir takvim, duvarda yer alan kalitesiz baskısıyla endam eden otantik bir fotoğraf ya da sanat tarihinden popüler bir reprodüksiyon, yazıcı, sebil ve diğer objeler... Binanın kimliğimizi ve alanımızı tanımlayışının önüne bir nebze de olsa geçme isteği pek çoğumuzu, toplumsal hayatın sokaktaki akışından uzak düşmemek adına kitlesel mecralarla buluşturur. Gazete haberleri, küçük bir televizyon ya da internet bizi bulunduğumuz ortamın dışına çıkarırken, aidiyetlerimize dair yeni tanımlamalar yapmamıza olanak sağlar. Bunlar bir mekanın temsil ettiklerinin üzerimizde yarattığı tutukluluk hallerine karşı geliştirdiğimiz firar etme yollarıdır. Binanın duvarlarının arkasında dışarıda gerçekleşen siyasi, ekonomik, politik ya da gündelik olaylarla olan bağımızı koparmamak için bireyselden toplumsala uzanan yolculuğumuzda dış dünyaya açılan en önemli pencereler arasında yerini alır gazeteler, dergiler ya da portatif ekranlar.

Peki iç dünyamız, daha doğrusu bünyemizin içinde bulunduğu mekana yönelik refleksleri nelerdir? Çekmeceye uzanan el, bir bardak su ve bir kaç çeşit ilaç sorumuzun cevabı olabilir. Bünyemizin verdiği fizyolojik tepkileri hafifletebilir ya da karşılayabilir güce gelebilmek için ilaçlar, vitaminler kullanmaya başlarız. Bu içinde bulunduğumuz durumun çok da iç açıcı olmadığını gösterir. Hasta Bina Sendromu kendini sürekli hissettirir ve biz düşüncelerle örülmüş binaların içinde var oluşumuza, kimliğimize ve gerçekliğimize dair semptomlar yaşamaya devam ederiz.

Hasta ile Bina mesleği eğitmenlik olan sanatçı Borga Kantürk’ün mekanla ilişkisini sorgularken kendi çalışma hayatından yola çıkışla deneyimlerini yeni formlara dönüştürdüğü bir çalışma. Sanatçı ise gerek günlük rutin çalışma hayatımızda resmi belleklerden silinen, gerekse her gün yeniden tanımlanan kimliğimize dair yeni perspektifler açan tutarlı anlatıma ve etkili üslubu sahip.

Borga Kantürk’ün Hasta ile Bina temalı sergisinden yola çıkışla sergi üzerinden bireyin bina ile ilişkisini değerlendirdiğimiz bu yazıda vardığımız nokta aynı oluyor. Çalıştığımız binalar temsil ettikleri sistemler, ideolojiler, politik ve ekonomik temsilleri nedeniyle bizler için yaşam alanlarından ziyade yaşayamama hallerini tetikleyen mekanlara dönüşüyor.

Bu Blogda Ara

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası
"Maps courtesy of www.theodora.com/maps used with permission"