Müzmin Bürokrasi: Gizem Karakaş Söyleşisi, Art Unlimited Dergisi, Aralık 2012





Müzmin bürokrasi

Borga Kantürk’ün 3 Kasım’a dek Galeri NON’da izlediğimiz “Hasta ile Bina” sergisi, ismini Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından 1984 yılında, resmi olarak adlandırılan Hasta Bina Sendromu’ndan alıyor.
GİZEM KARAKAŞ

Geçtiğimiz sene, Mayıs-Haziran ayları süresince Galeri Non’da izlenebilen “Cafe Recordis” isimli sergisinde, galeri mekanını hayali bir kafeye dönüştürerek bir tatil anısını tekrar yaşatan Borga Kantürk, bu sezon okulların açıldığı, çalışanların tatilden dönüp yavaş yavaş ofislerini doldurduğu Eylül ayında, sergi alanını kurumsal bir binaya çevirdi. 3 Kasım’a dek Galeri NON’da izlediğimiz “Hasta ile Bina” sergisi, ismini Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından 1984 yılında, resmi olarak adlandırılan “Hasta Bina Sendromu”ndan alıyor.

Sergi ‘Kardeşler’ isimli eser ile açılıyor. İş, çerçeve içerisinde yan yana yerleştirilmiş, birbirine benzer iki beton binanın polaroidlerinden oluşuyor. İkisi de Dokuz Eylül Üniversitesi tarafından yaptırılan binalardan; biri hastane, diğeri ise sanat okulu. İşlevleri tamamen farklı bu iki fakültenin, kendi deyimi ile ‘iki kardeşin’ mimari benzerliklerine işaret eden Kantürk, bu ironik işi ile serginin leitmotifini oluşturan kurum-bürokrasi-çalışan döngüsünü, içine sanat  sektörünü de katarak ortaya koyuyor. Hasta, Bina, Üretim, Kurum, Direniş, Statü ilişkilerini Borga Kantürk’ten dinledik.

Gizem Karakaş: Serginin ismi “Hasta ile Bina”. Sergi boyunca ofis çalışanlarını ‘hasta eden’ binalara tanık oluyoruz. Bu yerleştirme içinde hastalar nerede konumlanıyor?

Borga Kantürk: Burada aslında ikircikli bir durum söz konusu. Sergi adına referans olan Hasta Bina Sendromu üzerinden hareket edersem, bu hastalığın yarattığı etkiler üzerinden ortaya şöyle bir soru karmaşası çıkıyor: hasta olan binanın kendisi mi, yoksa “hastalık” orada yaşayan, çalışan kişinin yaşadığı fiziksel veya psikolojik rahatsızlıklar bütünü mü? Bina ve Kurum burada insanın içerisinde kaybolduğu, ıssızlaştığı ve ufaldığı bazen de kapalı kapılar ardına sığınarak koridorları ıssızlaştırdığı bir yer olarak sergide temsil ediliyor. Sergi mekanının dört odasını kafamızda dolanan bu sorular eşliğinde gezerken orayı yalnızlaşmış çalışanın gözünden görüyoruz.

G.K.: Ofis, Koridor/Labirent, Bina ve Seyir olmak üzere dört ayrı bölüme ayrılıyor sergi. Bu bölümleri ve içeriklerini açıklayabilir misiniz?
B.K.: Sergi Bina bölümüyle açılıyor (Gerçi girişte kısa bir tanıtım bölümü söz konusu; oradaki küçük polaroidler ile neyle karşılaşacağımızın, hikayenin neye yöneleceğinin kısa bir jeneriğini görüyor gibiyiz). Bina bölümü iki hızlı kurgu, tekrar eden video görüntüleri ile sağa ve sola açılıyor. Bizi sola yönlendiren video, söz konusu Bina’ya gidilen güzergahın, her gün tekrarlanan o seyahatin hızlı tekrarlarını gösteriyor ve bizi hemen arkasındaki Seyir bölümüne yönlendiriyor. Bu odadaki diğer video ise ‘Merdivenler’. Hızlıca inilip çıkılan merdivenler bizi binanın içerisine ve sağdan devam edersek Koridor/Labirent bölümüne yöneltiyor. Kısacası başta iki yol açan, sizi yol ayrımında bırakan bir sergi kurgusu karşınıza çıkıyor.

Koridor/Labirent bölümü ise bize binanın iç ve dış detaylarını bir omurga gibi duvarda gösteren siyah beyaz fotoğraf serisi ile açılıyor. Dört adet renkli iç mekan enstantanesi ile izleyiciyi soğuk koridordan Ofis’e doğru yönlendiriyor. Ofis ile Seyir arasında kapalı ve açık üzerine işaret eden iki farklı uç olsa da, biri ferahlamaya, direnmeye, zamanın esiri olmamaya, güç depolamaya işaret ediyor. Ofis, içeriden beyaz bir laboratuar sunarken;  Seyir çalışanı manzaraya, binadan giderek uzaklaşarak tekrar oraya döneceği yeni güne hazırlanmaya çağırıyor.

G.K.: Koridor/Labirent bölümünde karşımıza fotoğraf serileri çıkıyor. Bu bölümde sergilediğiniz soğuk, boş ofis ve bina peyzajları önceden tasarlanmış yerleştirmeler mi, yoksa doğal sahneler mi?
B.K.: Bütün bu odayı oluşturan görüntüler tamamen dokümanter nitelikte imajlar. Ama onlara bakan ve kadrajlayan göz vasıtasıyla bu mekanları rutin hallerinden yabancılaştırarak, bulundukları tarihin dışına, daha belirsiz bir zaman aralığına öteleyecek çeşitli dokunuşlara (60’lı yıllardan kalma bir fotoğraf makinesinin gözünden çekilmiş kare format fotoğraflar gibi) yer veriliyor.

G.K.: Bina, Koridor/Labirent bölümlerinde sunulan eserler daha betimseller. İki bölümde yaptığınız gözlemleri, tespitleri, izlenimlerinizi seyirci ile paylaştıktan sonra Ofis bölümünde kendi ofisinizdeki malzemeleri, imkanları kullanarak yaptığınız eserler ile adeta bir çıkış noktası arıyorsunuz. Bu bölümdeki, Michel de Certeau’nun “peruk”[1] olarak adlandıracağı bu eserler, bir direnişin göstergesi mi? Sizce sanat bu binalardan hasta çıkmamak için bir kurtuluş yolu mu?
B.K.: Oda-sığınak fikri mekan içerisinde kendine ayrılan “boşluk=uzay” fikrine karşılık geliyor. Evet bu odanın zamansallığını düşündüğümüzde, “bina”nın, statükonun, bürokrasinin ağır hantal ve yaşlı gövdesinin yıllanmış görüntüsünden, ritimsizliğinden gündelik rutine, günlük bir zaman akışına ulaşıyor. Orada gündelik egzersizler ve denemeler söz konusu. Evet, bunları bir direnme olarak görebiliriz. Vakit öldürmek, direnmek ve zamanı geçirmek de denilebilir. Ofis materyalleri gazete, su şişesi ya da karbon kağıdı, kağıt mendil gibi el altında bulunan günlük malzemelerdi. Limitleri ve sınırları belirgin materyaller eşliğinde tüketilmesi, yaşanması gereken yeni bir günü daha ortaya çıkarıyor.

G.K.: Bir başkaldırıştan çok, kurulu bir düzen içerisinde ayakta kalma çabası gibi...
B.K.: Burada da referansı [Herman] Melville’in Katip Bartleby karakterine yönlendirebiliriz. Bir çeşit “yapmamayı tercih etme” refleksi ile bürokrasi içerisinde gündelik kaçış noktalarına yönelmek, onlar üzerinden ifade alanları yaratmak. “Kurum içi kurumsal eleştiri” deniyor belki buna. Bu ne kadar doğrudan ve inandırıcı tartışılır ama sanat artık her ortamın şirketleştirildiği, yönetilebilir değerler olarak görüldüğü bir alan içerisinde. Bu yorumun üzerine dışarıda olmak veya içeride olmak üzerinden; bağımsız sanatçı olmak, akademisyen sanatçı olmak, dışarıda galeri temsili olan sanatçı olmak ya da temsili reddeden tamamen sistemin dışında bir sanatçı olabilmek, kayıt dışılık, görünürlük ve takip edilebilirlik gibi bir düşünceler yığını, tümleşik sorunlar ağı üzerime üzerime geliyor. Özellikle Türkiye’de otuzlu yaşlarda ve daha genç güncel sanatçı figürünün kendini ayakta tutabileceği, “Bugün de yaşıyorum, devam ediyorum” diyebileceği umutlu bir zemin bulması artık çok zormuş gibi geliyor bana. Zemini hep geniş tutmaya çalışıyorum ve o adacıkları, bölgeler arası atlamaları gerçekleştiriyorum. Açıkçası bazen sanatçı, bazen küratör, bazen akademisyen, bazen bir kolektifin içerisinde, bazen de galeri temsili ile temsil edilebilen bir figüre geçiş yapabiliyorum. Zira şans yanınızda olmadıkça maddi olarak hayatınızı sürdürebilmek, sanat üretimi için gereken bütçe, gerekli eleştirel takviye ve destek olmaksızın görünürlük sağlamak ve bağımsız olarak direnebilmek çok zor. Dönem itibariyle bu zeminler arasında kendi evim diyebileceğim bir alan, saha arayıp durdum. Sanırım hiçbiri şu ana kadar ne umutsuzluğumu, ne de kaygılarımı tümüyle yenebilmemi sağlayamadı. Anlaşılabilen, takip edilen biri olabilecek bir alan içerisine yerleştirilmek, tasnif edilmek, bir şeyleri seçmek ya da doğru bir bölge içinden seçilebilmek gerekiyor. Türkiye’de 2007 sonrası giderek dönüşüme uğrayan yeni sanat ortamında ürettiklerimle nerede ve ne kadar ayakta kalabiliyorum bilmiyorum.

G.K.: Sergide birçok referans veriyorsunuz. Melville’in ‘Katip Bartleby’si, Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü, Perec’in ‘Hayat Kullanım Kılavuzu’ gibi edebiyattan verdiğiniz referansların yanı sıra Ofis bölümünde Mondrian ve Malevich’e göndermeler yapan işler de bulunuyor. 
B.K.: Mondrian’a atfen yapılmış üçlü bir seri var. Bunlar A4 boyutlarında Mondrian’ın kullandığı mavi-sarı-kırmızı-beyaz ve siyah renklerde, malzeme ofisinden alınmış karbon kağıtları ile yeniden üretilmiş çalışmalar. Bürokrasinin alanı (uzayı) diyebileceğimiz ölçü olan A4 kağıt boyutlarındalar. Burada yapılan küçük ironi, devlet-bürokrasi-sanat okulu-modern sanat gibi kavramlar arasında yapılan hızlı gelgitler üzerine kurulu. Malevich’in siyah karesine veya Ad Reinhardt kompozisyonlarına yönelebileceğimiz mütevazı boyutlardaki çalışma, sanat-modernite-soyut üzerinden hareket ediyor. Adı ‘Steril Kompozisyon’. Steril, tıp dilinde üremeye elverişli olmayan, kısır ve her türlü bakteri ve mikroptan arındırılmış anlamına geliyor. Burada alerjik reaksiyonlar, nezle, grip veya bireysel temizlik ihtiyaçları için kullanılan bir paket kağıt mendil materyal olarak kullanılmış. Mendil kullanarak yapılan kısır ve en olası soyutlama, beyaz ve temiz olarak çerçevelenmiş haliyle bize sunuluyor.

G.K.: Dokuz Eylül Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışıyorsunuz aynı zamanda. “Hasta ile Bina” sergisindeki eserlerde de çalıştığınız binayı, ofisinizi görüyoruz. Akademisyen bir sanatçı olmayı nasıl tanımlarsınız?
B.K.: Mesai saatleri veya değerli evrak üzerinden tanımlamak mümkün olabilir. Bu işin bürokratik boyutu benim tanımlamam değil. Sergideki birkaç çalışmada orada çalışan bireye yapıştırılmış bu tanımlamaya referans veriliyor.
Akademisyen sanatçı olmak ise daraltmak, genişletmek veya esnetmek, germek gibi iki ardıl hareketi barındırıyor. Ve sanatçının ifadesel açılmalarının, akademisyenin planlı araştırma disiplini ile çarpışmasını izliyorsunuz.

G.K.: Geçen sene yine NON'da açtığınız sergide hayali bir kafe olarak sunulan “Cafe Recordis”, üç bölüme ayrılıyordu: Vapur İskelesi, Sahile İnmek ve Gezinti Caddesi. Sergilediğiniz eserlerde kişisel hatıraların yanında, yine toplumsal belleğe gönderme yapan objeler bulunuyordu. Bu iki sergide de bir yandan mekan-insan ilişkilerini sorgularken diğer yandan kişisel deneyimleriniz, hatıralarınız üzerinden toplumsal bir bilince, belleğe ulaşmaya çalışıyorsunuz sanki. Genel olarak pratiğinizi insan-mekan ilişkileri üzerine empati kurmaya çalışan işler olarak tanımlayabilir miyiz? 
B.K.: Tanımlayabilirim veya sizin yaptığınız okumaya katılıyorum diyebilirim. Son iki solo sergim aslında bir çeşit otobiyografi niteliğinde. Self-documentary ile self-mockumentary arasında geçişler olarak nitelendirebileceğimiz çalışmalar. İlki daha zihin içi bir seyahat ve belirsizlik üzerineydi, hatta geçmişe dair bir geri düşünme, anımsama, karar arama fikri üzerinden hareket ediyordu. Daha çok açılan, adımlayan, seyir ve seyahat halinde dolaşan bir figürün portresi, biyografisi ve bilinçaltı gibiydi. Şimdiki ise mekan içerisinde, içsel bir yapıda her gün orada ve bu anda olan, yıllar boyu da bulunacakmışçasına sonsuzluğa hapsolan bir döngüyü anlatıyor. Kurumsal bir bina ve bürokratik yapı için çalışan bireyin direnme, ayakta kalma çabalarından bir kesit diyebiliriz.






‘Çalmakla, eşyaları kendi çıkarları için alıkoymakla, makineleri kendi hesabı için kullanmakla suçlanan ‘peruk yapan’ çalışan; özgür, yaratıcı ve hiçbir gelir beklemeden yaptığı işlerle çalıştığı işletmenin zamanını harcar.’ Michel de Certeau, L’invention du quotidien 1. Arts de faire, s. 45

Bu Blogda Ara

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası

Map Of Poverty / Yoksulluk Haritası
"Maps courtesy of www.theodora.com/maps used with permission"