Söyleşi: Borga Kantürk – Özge Ersoy
Özge Ersoy: Borga, çizimlerin hakkında bir soruyla başlamak istiyorum. Son dönem
çalışmalarındaki desenlerin, bulduğun ve biriktirdiğin fotoğraflardan, dijital
görsellerden, gazete kupürlerinden yola çıkıyor. Öteki Zidane (2010) isimli enstalasyonunun merkezinde, 1980’lerde
Cezayir Milli Takımı’nda oynayan futbolcu Djemal Zidane’a dair ürettiğin çizimler
var. Safları Sıklaştırmak (2009-2011)
için sahalarda ve tribünlerde belgelenen, direniş ve mücadeleyi konu alan
pankartları, formaları, oyuncuları çizdin. Yaz
Deftere’de (2012) ise Hrant Dink’i kırmızıyla, Lefter Küçükandonyadis’i
maviyle, Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde boynundan vurularak öldürülen Festus
Okey’i siyah renkle resmettin. Bu çalışmalar için topladığın belgelere müdahale
ederek onları baştan yarattığını, dolayısıyla elindeki belgeyi kişiselleştirdiğini
söylemek mümkün. Bir yandan, çizimlerinle konu aldığın kişilere biat ettiğin
düşünülebilir. Diğer yandan da, el emeği ve yavaş üretimi tercih ederek kendine
ait bir söylem yaratıyor olabilirsin. Çizimlerinle kurduğun ilişkiden
bahsedebilir misin? Bu ilişki
bahsettiğim çalışmalarında farklılık gösteriyor mu?
Borga Kantürk: Çizim yapmak, konu aldığım kişiye veya olaya yakınlık duymak, bunlarla
empati kurmak demek benim için. Bu mantıkta üretmeye 2008’de başladım.
Pratiğimin küratörlük ve sanatçılık arasında gidip gelmesinin bu üretimle yakın
bir ilişkisi olduğunu söylemem gerekiyor. Bir yandan küratörlüğün çalışma
pratiğinden gelen, sözlü tarihin ve kayıt dışı olanın tarihsel araştırmasını
yapma ve arşiv oluşturma dürtüsüne sahibim. Diğer yandan ise sanatçı kimliğimle
bir tanık veya anlatıcı rolü üstlenerek bu arşivi izleyiciye iletmekle
ilgileniyorum. Sanatçı olarak yapmak istediğim, yakınlık duyduğum durumları ve
süreçleri ele almak ve bunların sınırlarını bulanıklaştırmak. Kalem ve kağıt en
sade ve en insani kayıt tutma aracı bence. Notlar alan, kayda geçiren ve
yorumlayan bir yazar olmaktansa çizerek belgelemeyi tercih ediyorum diyebilirim.
Belgelemeyle ilgili takıntım 2001–2002’den beri var aslında. Eskiden kendi evraklarımı yeniden üretirdim; resmederek, çizerek veya üzerlerinden geçerek. Bir sergimin afişini elle belgeleyerek başladım bu sürece. Daha sonra karbon kağıdı kullanmaya karar verdim. İz bırakırken, üzerinden geçtiğim şeyin altta nasıl çıkacağını görememekle ilgileniyordum. Bu mantıkla günlükler ürettim. Bugünlerde ise bu izlerin statü, devlet ve bürokrasi ile ilişkisi üzerine kafa yoruyorum. Tarihsel hafıza nasıl kayda geçiriliyor, kaybediliyor veya kayıt dışı bırakılıyor? Karbon kağıdı statünün bir simgesi. Kırmızı, mavi ve siyah renkleri de burada önem kazanıyor. Devlet dairelerinde kullanılan, resmi mekânı ve ideolojiyi temsil eden üç rengin tükenmez kalemler, damga-mühürler ve karbon kağıtlarıyla ilişkisiyle ilgileniyorum.
ÖE: Çizim
tekniğini kullanarak müelliflik fikrini sorguluyorsun aynı zamanda. Yeni,
yepyeni bir üretim yapma dürtüsüne karşı durma, daha sakin, düşünsel bağlar
kurma derdin var sanki.
BK:
Çizim konusundaki fikirlerim 2005’te katıldığım Helsinki Misafir Sanatçı
Programı’nda şekillendi. Bu dönemde her gün bir çizim yaptım; çizimlerim bir
eyleme, bıraktığım izlere dönüştü. Süreci, gün gün ilerleyen bir bütünü vurgulamaya
çalışıyordum. Bu aynı zamanda bir tür aidiyet sorgulaması benim için. Ancak
tekil ve eşsiz bir üretim yapma hissi söz konusu değil. Daha ziyade On Kawara’nın
yaşanan günü işaret eden işlerindeki duruşa yakın gibi.
Borges’in Babil Kitaplığı adı altında derlenmiş
bir antoloji/arşiv çalışması var. Kısa öykülerden seçkiler yapan bu proje bir
anlamda Borges’i işaretliyor, onun bakışını ifade ediyor. Bu kitap dizisindeki öykülerin
çoğunu önceden biliyoruz aslında. İçinde Poe da var, Melville de… Borges’in neden
bu güzergâhı, yan yanalığı ve biraradalığı üreterek bize
böyle bir bütün sunmak istediği sorusu heyecan verici geliyor bana. İşaret eden
ve izleri takip eden birinin yol göstericiliği var burada. Farklı zamanlardan
gelen tüm bu küçük anlatıların, parçaların belli bir zaman aralığında bir
seriye, mekâna
dönüştürülmesi adına sarf edilen özverili bir çaba bu. Buradan çıkışla,
editörlük yapan, derleyen, arşivleyen, tanık olan, koruyan, saklayan ve
sakladığını paylaşan bir sanatçı modeli kurguluyorum kendim için.
ÖE: Çizimlerini ve arşivini mekânla
ilişkilendirmek sıkça başvurduğun bir yöntem. Öteki Zidane’daki çizimler, özel ürettiğin bir duvar kağıdının
üzerinde, kırmızı-yeşil-beyaza boyadığın plastik sandalyelerin karşısında
sergileniyor. Safları Sıklaştırmak’ta
ise çizimler güneş formunu çağrıştıracak şekilde diziliyor; bazı enstalasyonlarda
Brezilyalı futbolcu Socrates’e referanslı neon bir yazıyla –“um coracao, um
corpo, um sol” (tek yürek, tek vücut, tek güneş)– beraber görülüyor. Başka bir
deyişle, çizimleri tek başlarına sergileyeceğine onları enstalasyonların
parçası olarak kurguluyorsun. Desen-mekân ilişkisini
nasıl kurduğundan bahseder misin? Bu tercihinle belgelerle arandaki kişisel
bağı vurguluyor olabilir misin?
BK:
Derdim atmosfer yaratabilmek. Sergi mekânı eninde
sonunda içinde yaşanan bir alan. Hele dış mekânı
da bu kurguya, işe dahil ediyorsan... Bu dış alanın, kamusallığı senin müdahalen
dışında yaşanan, hafızası olan bir mekân olduğunu
zaten yadsıyamazsın. Atmosfer ve oda gibi bir özel alan yaratma fikri kitap ve
günlük olarak tasarlanan işlerde de var. Kitap, başı ve sonu olan bir süreç ve
o sürecin kapladığı bir hacim var; kurgu ona göre şekilleniyor. Kitabın kamusalla
ilişkisi kafede veya kütüphanede onunla iletişime girdiği zaman şekillenmeye
başlıyor. Bu çizim işleri bazen kitaplaşsın diye, bazen de bir mekân enstalasyonu olarak kurgulanıyorlar.
Bu noktada küratöryel
çalışmalarımla da bir ilişki kurabilirim. 2002’de kurduğum KUTU Taşınabilir
Sanat Mekânı da kendine bir alan yaratmak, daha sonra o
alanı diğer bir mekâna adapte
etmek derdindeydi. İçerisinde sanat işlerini sergilemek, bunu yaparken
sanatçıların üretimlerine, söylemlerine korunaklı, işaretlenmiş bir bölge, bir alan
yaratmak, bir çeşit izolasyon sağlamaktı arzum. KUTU, sanatçı için ise “kendine
ait bir oda” üretmek gibi bir fikirden yola çıkıyordu.
Enstalasyonlarımda da sınırları özenle çizilmiş, işaretlenmiş bir ara bölge yaratma ihtiyacı duyuyorum; bir müze kesiti veya bir sahne gibi. Bu tür bir kurguda, bu belge niteliği taşıyan ama kişisel müdahale görmüş üretimler, gazetelerde veya kendi başlarına sadece bir olayı, durumu işaret ettikleri halleriyle yer alıyorlar. Arşivi veya bir külliyatı düşünelim: Bir bütünün parçaları gibi olmaya daha mesafeliler, ayrıştırılmış ve tekler. Zamansal dizgeden koparılmışlar; tek bir tarihi gerçeklikten, belirsizliği de çağrıştıran bir anımsamaya, anımsatmaya dönüşmüşler. Ben bu üretimlerin birleştirici bir atmosfer içerisinde sunulmasını tercih ediyorum. İşin küratöryel ve editoryal tarafı işte bu noktada devreye giriyor.
ÖE: Biriktirme ve arşiv oluşturma dürtüne geri dönelim. Araştırmalarının
kapsamı ve ciddiyeti düşünüldüğünde belgeselci bir tavrı benimsediğini söylemek
mümkün. Sosyal bilimci titizliğindeki arşivciliğine rağmen didaktiklikten
sakındığın gözden kaçmıyor. Belgelerle olan ilişkin toplama sürecinin farklı safhalarında
nasıl değişiyor? Ne zaman toplamaya ara verip müdahale etmeye karar veriyorsun?
Müdahaleyi yaparken neyi vurgulamak önemli senin için?
BK: Üretimlerimde
süreci vurguluyorum. Bu yüzden dağınık ve çok parçalı kurgular ortaya
çıkabiliyor işlerimde. Toplayıcılık fikriyle çocukluğumdan beri ilgileniyorum.
Farklı zamanlarda çıkartma kitabı, kaset, müzik albümü ve sergi davetiyesi gibi
birçok nesne biriktirdim. Bunların bellekle olan ilişkisini ve sürekli değişen
bir toplama sürecini öne çıkarmak istiyorum. Bu sürecin sergilenecek kurgulara
dönüşmesi ile ilgili çalışmalara ise, toplama ve araştırma hali beni çok
sıkıştırdığında, bulduğum nesnelerden ve belgelerden ötürü kıpırdayacak halim
kalmadığında başlıyorum. Bu durumu eskici dükkânlarındaki
sıkışma ve görünürlüğü yitirme haline de benzetebilirim. Zihnim, harddiskim,
masam dolup taştığında toplamayı bırakmak, eksiltmek, müdahale etmek istiyorum.
Biriktiriciler aramaktan usanmazlar; sezgilerini bulmak istedikleri şeylere
yöneltip toza bulanmaktan alıkoyamazlar kendilerini. Benim de “bitti, evet” ya
da “e hadi artık ama, sergileyeceğiz” dediğim anlar oluyor. Bu yüzden
tamamlanmış bir aktarım, yapıt ya da görsel ürün gösterdiğimi söyleyemem. Önceliğim
daha ziyade araştırma sürecini vurgulamak, buradan çeşitli kayıtlar ve yorumlar
sunmak. Hikâyesi olmayan
tarihsel bir belgenin kuru ve mutlak hali bana sıkıcı geleceği için onunla
oynuyorum belki de.
ÖE: Seyahat haline dair topladığın görseller aklıma geliyor bu noktada. Sayfiye Raporu (2011) isimli çalışman,
İzmir’de çektiğin fotoğrafları eskiden bu şehirde yaşayan bir yazarın çağrışımsal
metinleriyle bir araya getiriyor. Galeri
NON’da gerçekleştirdiğin “Café Recordis” (2011)
sergin ise gemilere, sahillere göndermeler yaparken bekleme, gezme eylemlerini
kurcalıyor. İki çalışma da çevresel dönüşümler ile kişisel değişimler
arasındaki bağları düşündürüyor bana. Seyahat hali, aidiyet, anımsama, nostalji
kavramları bu işlerde nasıl birbirine bağlanıyor senin için?
BK: Huzursuz
bir gezinme hali bu. Bu durum edebiyattaki örnekleri çağrıştırıyor bana. Fatih Özgüven’in
tavsiyesiyle Antonio Tabucchi okumaya başlamıştım; oradaki ruhsal ve bedensel
gezinme halinin işlerimle bağlantısı var diyebilirim. Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı
Kaçan Ağaç” şiirindeki veya İlhan Berk’in “Dün Dağlarda Dolaştım Evde
Yoktum”undaki gibi bir iç sıkıntısı ile düş ve gerçeklik arasında yola çıkma
eylemini sorguluyorum. Gezerken tarih ve zaman akışını sürdürüyor; tanıklıklar
devam ediyor. Bu durumu sosyolojik bir kazı işlemi veya zihinsel arkeoloji
olarak okumak da mümkün. Geçmişteki olayları şimdi yaşananlarla toplumsal ve
ideolojik olarak karşılaştırmak bu iç sıkıntısını daha da artırıyor. Kendimi
giderek daha fazla yanlış zamandaymışım ve yanlış insanmışım gibi hissediyorum;
toplumsal, kentsel ve daha birçok tür dönüşüme ayak uyduramadığımı, iletişimden
kopup huzursuzlaştığımı düşünüyorum. Çalışmalarım da böyle bir ruh halinin eseri
olarak ortaya çıkıyor.
ÖE:
Son olarak “Hasta ile Bina” (2012) sergine değinelim. Bu sergide kişisel
dönüşümlere farklı bir açıdan yaklaşıyorsun; bellek ve nostaljinin yerini
tektiplik, kayıtsızlık ve zamansızlık alıyor. Bu çalışmanla birey ve mekân arasındaki ilişkiyi başka bir gözle ele aldığını
söyleyebilir miyiz?
BK: Bundan
önceki sergim “Café Recordis” askerlikten
dönüşüme denk geldi; geçmişle, hafızayla gezme, kıpırdama ve özgürleşmeye dair
bir ruh halinin yansıması olarak ortaya çıktı. Hem bir ruhsal geçmişi
değerlendirme seyahatiydi, hem de adımlayabiliyor, hareket edebiliyor olduğumu
gösteren bir seyahat. Liman, sahil ve sokak gibi ara alanlar vardı.