Damla Akgül - Borga Kantürk ile röportaj:
Aralık 2010
Damla.Akgül :Çalışmalarınızda özellikle futbola yer verdiğinizi görüyoruz aslında sanatçıların çoğu genellikle toplum tarafından arkalara itilmiş, farkındalığımızın çok az olduğu konulara yönelirler sizin futbol gibi ülkemizde çok rağbet gören bir konuya eğilmenizin sebebi nedir?
Borga Kantürk : Bu soruda bir genelleme yapmışşınız. Sanatçıların aslında hangi konuya yöneldikleri değilde o konuya nasıl yoneldikleri ve o alanda ne şekilde farklı bir odak yarattıklari önemli bence. Futbol siyaset, tutku, bağımlılık, bağlılık, taraf olmak gibi türlü durum ve jestleri barındıran bir alan olarak duruyor. Bu alan uzerinden farklı sosyal kodlar ve gecişler bulmak bilinen dışında kalmış kimi hikayelere ve durumlara yönelmek beni cezbediyor. Yani sınıfsal anlamda da oldukca kapsayıcı bir bölge bu punk kültürü, ya da elit bir kanalı, sosyalizm tarihini, faşist idelojileri, cuntayı veya tutkuya iliskin bir aradalıkları buradan yorumlayabilirsiniz. Bunların hepsi futbolun tanıklık ettigi bir tarihte var. Turist Ömer icinde de futbolu bulabilirsiniz, Orhan Pamuk romanlarında, 12 eylül Türkiye siyaset tarihinde, Brezilya sahillerinde, Mussolini İtalyasında Liverpool'lu liman işcilerinin ya da St. Pauli'li anarşistlerin buluşma noktası olarak futbolu konu edebilirsiniz. Ama işte bu kelimeyi açımlayan içerik hepsinde elbette tek bir anlama sabit değil.
D.A :Diyorsunuz ki ‘Bulunduğun coğrafya ve yaşam koşullarında kendini kamusal ve kurumsal anlamda “gerçek olarak” tanımlayacak sigorta, kazanç ve statüye sahip değilsen, inatla bu alana karşı durarak, dışarısında kaldığın yerden bir şeylerin değişmesi adına çabalıyorsan, gerçeküstü ve muhatap olunmayan bir şeye dönüşebilirsin. Bir düş olabilirsin.’ Bu aslında bir kaç anlama gelebilir. Yani gerçek olmamak, düş olmak sistemi kabul etmeyen sorgulayan düşünen eleştiren bir varlık ya da diğer anlamla hayata tutunamayan statüsü, kazancı olmayan kimselerin sığındığı bir olgu? Tam olarak anlatmak istediğiniz nedir?
B.K : Burada kanımca, Türkiye'nin bugünkü liberal dönüşümüne ilişkin bir sıkıntıdan bahsetmek gerekiyor veya bunu sınıflar arasılık üzerinden kavramaktan. Yani siyasal olanın coğrafi ve etnik kodlanmayacağı ve bunun merkezleştirilmediğinden yerel dirençlerle bir yere oturtulabileceği bir yapının eksikliğinden. Orta sınıfın eridiği bir ekonomik yapı hakim. Bu yapı içinde orta gelirli bir sanatçı kendini ne derece var edebilir, ne derece bir network sağlayabilir, neyin siyasetine odaklanabilirsin? Derdim liberal sistemin arz ve talepleri belirlemiş ve serbestleştirmiş olması. Yani ilgilenebilecek bir konu uzerinde bir odak teşkil ediyorsan tüketilme şansın var. Tüketim alanını dolduracak donelerin varsa, statü kazanman ve destek görmen bir geri dönüş alman kolaylaşıyor. Ama bu liberalleşme iste belirsiz,tanımsız kalmış çok da herkezin odağı olmayacak bir üretim biçimine daha orta sınıf şehirli bir üretim biçimine düşünce pratiğine odaklıysa, yasama şansı giderek köreliyor azalıyor. Ya zenginleşmenin yolunu arayacaksın ya da etnisiteni keşfedeceksin. Ortalama halini koruyup genişlemen yayılman giderek zor bir hal oluyor gibi. Orta sınıfın tükenmesi bu kişilerin zevklerinin sosyalleşme çabalarının, gezinme dolanma ve yaşam zevki üretebilme çabalarının tıkanması ile ilgili gibi. Muhsin bey filmindeki Muhsin bey karakterinin yaşadığı sendrom gibi düşünün bunu. Biraz popüler kültür ve müzikte 80'lerle yasanan durum gibi contemporary art dedigimiz şeyde de 2007-2010 gibi bir tarih aralığında yaşanmaya başlıyor.
D.A :Bloğunuzdan takip edebildiğim kadarıyla hayatı sıkı sıkıya ciddiye alan, hani olur ya yapması gereken işleri olan insanlar, bugünün işini yarına bırakmayan, ciddi, olgun, sert eleştiriler yapmaktan sakınmayan; böyle biriymişsiniz hissine kapılıyoruz. Sanki karşımızdaki alışılagelmiş marjinal sanatçı ya da aktivist kavramını yıkan daha bizden hatta bir memur edası ile ve hayatı fazlasıyla ciddiye alarak da marjinal işler yapılabileceğini gösteren bir sanatçı. Siz nasıl tanımlıyorsunuz kendinizi, nacizane çıkarımlarım için ne söyleyebilirsiniz?
B.K : Hayatla ilgili, ayakta kalmaya ilişkin dertler varsa ve birileri bunu senin adına belirleyip tariflememiş, yürüyeceğin sosyolojik ve siyasal zemini aralığını açmamışsa ya da aileden gelen bir zenginliğin, mülkiyetin, rahatlığın yoksa zaten varolabilmek adına hayatı sıkı sıkıya ciddiye alıyorsun. Ciddiye almama alışkanlığın olsa da yaşın ve farkındalığın ilerledikce, zorla bunu oğrenmeye, araştırmaya kendi yolunu inşa etmeye çalışıyorsun. Taktikler önem taşıyor bu nokta da. Önceki sorunun yanıtında da dediğim gibi ben orta sınıfım. Orta gelir, orta tüketim değerleri, benim taktiklerimi de reflekslerimide etkileyen bir unsur olarak açığa çıkıyor. Sıfır noktasından başlamamış açlık sınırında olmayan bir ekonomik pozisyon, sehirli bir hayat tarzı ve kent içerisinde olmanın yarattığı yerel ve genel konumlar soz konusu. Sıfırda olsam marjinal olma durumu ve daha saldırgan olma hali, yıkım gücü daha yüksek bir tondan konuşuyor olabilirdim. Ya da burdan çıkmak yükselmek icin daha çok sıçrama yapmayı, kavgalar etmeyi, patlamalar gerçekleştirmeyi deneyebilirdim. Tamamen ortadayım neyi patlatayım, ya da nereye sıçrayayım? Sadece bulunduğum bölgeyi süpürmek, temizlemek ve yaşanır kılmak istiyorum. Ben biraz da akdeniz şehri insanıyım, duygusalım daha huzurlu bir alan açmak istiyorum. Kendi alanımı tarif edebilmek, bu alandan dolaşıma girebilmek, dag tepesi yerine, geniş deniz manzarasının yamacını tercih etmek gibi bir sey. Marjinalligin tarifi bu gun icin de tam olarak yapılabilirmi bilemiyorum. Bu donemde marjinal olmak heralde işaretlenmeden direnç ve varlik gösterebilme becerisi olabilir. Mesela 2010 da kultur baskenti İstanbul'u sanatçı olarak terk etmek, O zemine ait olmamayı, yapmamayı, fon almamayı tercih etmek gibi. Ancak marjinalligin parodisi yapilabiliyor bu belirlenmişlik içerisinde. Yani holywood'un para verip ürettiği bir filme bakarak hayran hayran Che'yi Benecio Del Toro performansı olarak izlemek gibi.
D.A :Bize biraz KUTU adlı projenizden bahseder misiniz?
B.K : Anındalık, mobilite hep benim için önemli oldu. Buna büyük kurumsala karşı mikro çatılar altında self-instiutional bir pozisyon kurmak ile lokalden açılan “mütevazi öneriler”, in diğer uluslar arası lokallerdeki benzerleri ile buluşturabilmek, küresel bütüne karşı yerel den yerele ulaşan bir yapı hedefi belki. Bu türde girişimlerimden birisi KUTU'ydu. Kutu taşınabilir sanat mekanı, işaretleme-izlole etme, kendi kendine kurumsallaşma, parazit yapı, mobilite gibi kavramlar üzerine bir jest refleks olarak 2001 yılında başladı. KUTU benim iç sanatçı-küratör fikrine geçişimi sağlayan, kollektif bir projeydi. Aslında taban olarak, 4 sanatçı bir mimar ve bir de tasarımcıdan oluşuyordu bu yapı. Sanatçılar kendi sanatlarını gösterebilmek için kendi mekanlarını üretiyor, üzerini kapatıyor ve izole ediyordu. Farklı mekanlara taşınabilen “kendine ait bir oda” fikrine odaklanıyordu.Bu proje 2001-2008 yılları arasında süre geldi. Yurtiçi ve yurtdışında prestijli sergilere yer aldı ve bir dizi sanatçının üretimleri için değişken mekanlar üretti. Bir bakıma onlara izlenebilmelerini sağlayacak nefes boşluğunu, izolasyonu sağladı
D.A : 'Merhaba iç sıkıntısı' adlı serginizde iletişim eksikliklerine dikkat çekiyorsunuz ve daha önce iletişim ile ilgili duyduğumuz söylemlere ek olarak bu eksiklikte kişinin kendi ile iletişimsizliğine de vurgu yapıyorsunuz. Bu iletişim eksikliğini özellikle insanın kendi içinde yaşadığı iletişimsizliği neye bağlıyorsunuz. Bu bağlamda son zamanlarda özellikle büyük kentlerde yaratılan etrafılı çevrili güvenlikli siteler için ne düşünüyorsunuz? Bu kişinin içsel,kendine benzer sınırlı bir sınıfla sanal bir güven yaratıp iletişimini arttırmaya çalışma çabası mıdır yoksa tam tersi kendini duvarlar arkasına çekip toplumdan kopması bir nevi iletişimsizlik arzusu mudur?
B.K : O sergi yapıldığında 2001 yılıydı ve o zamanlardan bu yana hayatımızda, Türkiye koşullarında da cok fazla değişiklik oldu. İletişim ve iletisim teknolojileri bu bir kültüre bile dönüştü kısa zamanda. Iletişimsizlik meselesine bugün icinden bakarsam, olay dijital dünya ile reel dunyanın cakışmasındaki içiçe varoluşdaki dengesizlikle ilgili. Bu dengesizlik ekonomik adaletsizlikleri de haliyle kapsamış oluyor biraz. Vadedilen sanal iletisim daha ucuz ve daha havalı ve daha da arsız. Ya da biz oyle sanıyoruz buna inandırıldık. Bunun haricinde iletişimsizlik biraz şirketlestirilmiş, iş gücü, kurumların yaptirim gücü, calisma zorunlulukları ile de ilgili. Yani bir telekominikasyon şirketi için geceleri ofiste çalışan, sokağı ile, akrabaları ile iletişim kurma lüksü olmayan, bunun icin ona bedava verilen bir 3g teknolojisi ile bu açığını kapamaya çalışan bir kişiyi düşünün. Bu kişi bu çağın, hayatını maddi açıdan kurtarmış, yırtmış kişisi.
Kalabalik sehirde boğuşmanın, bir yorgunluga dönüştüğü ve buradan kacma arzusunun negatif bir etkiyle tetikledigi kent yasantisi var bir tarafta. (Sanatçı bir arkadaşım, net bir geliri olmadığı için bir alışveriş merkezinde gece 22.00 a kadar kendi mesleği uzmanlığı harici bir alanda calışıyor ve 22.30 da evinde oluyor, haftanın bir gunu izin gunu var ve o gün harici neyle, kim ile ve ne ugruna bir iletisim kurabilecek düşünmek lazım. ) Büyük iş yerleri konuşmanın bile yasak oldugu şirketleşmiş bu yapıların,yerel esnafin yerini alması... Sokağın, park, deniz kenarı veya kamusal olarak özelleştirilmemiş, ticari bir bölgeye dönüştürülmemiş yerlerinin giderek azalması. Bu tip bazı yerlerinde giderek tekinsizlesmesi iletişimi kısıtlıyor. Taksim'de yılbaşı sokağa çıkamamak, Bir mayıs günü mahallende pencereden kafanı uzatamamak, Gülhane parkında piknik yapamamak gibi. Şehirli insanlar en rahat iletişim alanı olarak g-talk, chat, facebook gibi yerleri buluyorlar kendilerine. Burası hem daha ucuz hem de daha patavatsız bir alan.
Bu sizin bahsettiginiz mimari unsurlar, sitelere gelince: Kredi kartları çağının sunduğu bir alan gibi biraz da bu yaşam tarzı. Senin sahip olmadığın, ama oldugunu varsayarak harcadığın bir paranın varolduğu dünyanın konutları.Ömür boyu taksitle, (cebinizdeki olmayan haliyle) size vadedilen krediyle alabileceginiz bir konut, toki evi ya da bir sitedeki bir daire. Şehrin ortasında bir evi alma sanşınız böyle bir yerde küçük bir daire alma şansınızdan daha az. Bunun pahalı ve lüks versiyonlarını da kent kültüründen nasibini almamış, sonradan görme, bir anda zenginliğe ulaşmış bir kesim ya da şehrin dönüşümler geçiren ortamından tedirgin olan, ailesini o tedirginlikten, sınıfsal çatışmadan doğan şiddet ve tacizlerden korumak adına bu siteleri tercih eden bir kesim var. Paran kadar kurgulanabilirsin kısmı çok netleşir oldu. Özellikle 80 sonrası özgürleştirme vaadleriyle. Bu sitelerin, bankaların düşük faizlerinin kredi kartı taksitlerin makulleştirilmesi ve bunların mülki değerlerin olmazsa olmaz olarak ortaya atılmış olması malesef yaşamı standardize ediyor ve bu standart duruş iletişim isteğini tüketip insanları daha da izole ediyor. Bu noktada söz ettiğin iletişimsizlik arzusu bence insan merkezli değil, devlet merkezli kurum merkezli, bir yapı ve giderek de ekonomisi tamamen paraya endeksli bir paylaşım alanına dönüşüyor. İletişimin bile sektöründen söz ediyoruz artık. Basit bir ornek parkta simit yerken buluştuğum bir arkadasımla denize karşı sırt çantamdaki termos içerisindeki kahveyi paylaşamiyorum 3-4 yıldır. Çünkü o daha öncesinde oturduğum bankin yanı başında bir kafe kurulmus ve sandalyeleri ile benim oturacağım bölgeyi işgal etmiş. Her 15dakikada orada vakit geçirmek için illaki bir birseyler tuketmem ve satın almam gerektiğini, en masumane ifadesiyle çay arzu edip etmedigimi soran bir müesse duruyor. Artik o bölgeyi ya terketmek ya da onun sunduğu nimetleri yapacağım ödemeler karşılığında tüketmek zorundayım. Yönetimlerin belirlediği küçük bir alanın paylaşımı ve iletişim üzerindeki etkisi işte.
Mahalle, Ortak şeyleri olmayanların birbirlerine geçiştiği bir alandır. Sivil ve kamusal paylaşımın olduğu bir yerdir aslında sokak. En azından eskilerde böyleydi. İletişim bu beraber yaşama şansından rutini, ayakta kalmayı birarada başarabilme yetisinden çıkardı. Orta sınıfın varlık gösterdiği yıllar. Şimdi bu yokoldu. Yeni bir iletişimden söz etmek zorundayiz artık. 3g yakınlaştırır ama postaneye gidip kart alacağın memur ile olan iletişimini de tamamen yok eder. Rastlantısal ve suprizlere gebe bir iletişim önyargıları da eritir diye düşünüyorum.
D.A :Bir söyleşinizde Doğan Doğan’ın kıyafet ve kıyafetin insanı biçimlendirmesi üzerine yaptığı çalışmadan bahsetmişsiniz. Küreselleşen dünyada gitgide maddeye ve nesneye göre anlam buluyor olmamızı nasıl yorumluyorsunuz?
B.K : Keşke nesneye daha fazla değer verebilsek. Biz nesneye ve maddeye eskisi kadar değer bile veremiyoruz ben tersini düşünüyorum. Değer verdigimiz şey o an için o şeye sahip olabilme duygusu veya o duyguyu bir nesne madde ile gosterebilme. 2 yilda bozulan bir telefonu yada pili şişen, kabloya mahkum olacak bir apple harikasını bir değer olarak göruyoruz. Bundan 4 yıl once fotoğraf çeken telefon ya da turuncu beyaz bir Imac derdimizken şimdi metalik bir macbook teknolojisi veya 3G bir telefon derdimiz oldu. Madde ye anlam bulsak 80lerden kalma kasetlerimizi çoğumuz atmazdık ya da evimizde annemizden babanemizden kalma eski 45likler olurdu. Onları Issız adam filmi moda olduktan sonra yüksek fiyatlara yeniden, geçici bir hevesle almaya çalışmazdık.
D.A :İzmir’den sözederken tavrınızda hem bir İzmir hayranlığı hem de İzmir’e üstten bir bakış seziyoruz. İzmir’le inişli çıkışlı dargın-barışık bir haliniz var diyebilir miyiz?
B.K : Şu an yaşadığım Izmir'e hayran degilim. Hatta bazen çok sıkılıyorum şehrin içinde bulunduğu durumdan. Ama sehirden ve coğrafi pozisyonundan nefret etmiyorum. İnis çıkış evet mevcut, yaşamımla özdeşlestirdiğim bir sey belki de İzmir'de olma durumu. Izmir'i Türkiye'nin Cumhuriyetci ve kimi yerde muhafazakar bir kale ya da gavur İzmir olarak kodlayan bir anlayış değil derdim. Akdenizli sanat mümkünmü o bolgenin yavaş ve sakin direnci ile bir okuma üretme yaşam tarzı geliştirebilirmiyiz biraz derdim o benim. Bu tarz bir işaretleme okuma farkı çeşitlilik olarak şimdinin liberallesen Türkiye sanat ortamında mümkün olabilir mi bunu bilemiyorum . İşte herşey var ortada, herkeze para var, ama bu para, bu alan tam ortada, merkezde. Uzana biliyorsan al deniyor. Uzanmadan küçük işletmeler olarak hayatı sürdürmek mümkünmü ona bakmak. Yani bir adada kurulan bir pazarda o adanın yerlisinin yaninda komşu baska adalardan gelen, farklı kültür ve bölgesel değerlerin birarada çok da pahalı olmayan bir standartta sunuldugu bir yapı düşünün. Bir de her yere aynı formatta kurulmuş her türde kahve ürettiğini söyleyen, bu kültürel değerlerin tümünü kapsadığını iddia eden bir marka var. Bu markanın kapsadığı sınırlar ve lezzetler olarak paylaşıma girmek makullestirilmiş olanı. Sanat piyasasinda var olup biteni buna benzetiyorum.
D.A :İzmiri yaşayan bir sanatçı olarak İzmir’de sanat yapmayı ve İstanbul’da sanat yapmayı avantaj ve dezavantajlarıyla kıyaslayabilir misiniz?
B.K : Izmir'de üretim göstermek problemli. İstanbul'da ise üretebilmek problemli. İzmir sakinlik ve durgunluk sağlıyor. Bu bazen delirtici bir dinginliğe, bekleme süreçlerinde uzun aralıklara ve muhattapsızlığa dönüşüyor. İstanbul'da ise iletişimden boğulup kendini ve günü tüketip izole olamamak ve farklılaşamamak, kendine dönememek gibi bir sorun var. Sürekli yer değistirebilmek en guzeli.
D.A :Hayat bakışınızı yönlendiren ve çalışmalarınıza kilit oluşturan bir temel fikir çatınız ya da felsefeniz var mıdır? Nedir?
B.K : Farkedebilmek, dönüştürebilmek, müdahale edebilmek, önemli jestler benim için. Ama bunlari açıklarken sanırım çok net bir temel yanıtım yok. Yaşamsal jestler önemli benim icin, bir çesit 60lar kavramsal sanatının yaşamı içine alan, soluyan jestleri. Bu günlerde bize romantik gelen varoluş biçimleri. Bunun bir illüzyon olarak hayata enjekte edilebilme girişimi veya hayatın içinden bir yerden özel bir anın, durumun bulunup çıkarılabilmesi, dönüştürülebilmesi. Tutkulu olma halinin, tavırlarında ortaya koyduklarınla hayata mudahale edebilme çabası.